İKİ YABANCI
Birbirine kaynamış iki büyük dağın ortasındaki geçidin başında, yolcuların dinlenmesi için akıllı bir tüccar tarafından kurulmuş hanın girişinde bekleyen iki yabancı, ay ışığını sırtlarına alarak içeriye girdi. Suratlarına çarpan pişmiş kuzu eti ve her türden içki kokusuyla ciğerlerini yıkayıp birbirlerine baktılar ve görmezden gelip en uzak masalara oturdular. Hancı ilk önce kendine yakın oturanın yanına gidip ne istediğini sordu. Yabancı, kopuzunu sırtından çıkarıp masaya bıraktı.
“Bana şu Çöllü içkiden getir.”
Hancı başını sallayıp “Çölruhu” diye düzeltti ve ayrıldı.
Diğer yabancı pek konuşkan durmuyordu ve görünüşü Kantoman’da yaşayan insanlardan epey farklıydı. Saçları simsiyah, yüzü bir ölününki gibi beyaz ve gözleri dışarı fırlayacak kadar iriydi. Hancı ürkek bir tavırla gözlerini kaçırıp ne istediğini sordu ve sakisine seslendi
“İki Çölruhu!“
Kopuzlu, kopuzunu hafifçe tıngırdatıp dilinin ucunda bir şeyler mırıldandı. Bunun üzerine hemen karşılarındaki seyyahlar aralarında gülüşmeye başladılar. Alaycı tavırları her hallerinden belli oluyordu. Sesler azalır gibi olunca içlerinden biri çam bardağını tek yudumda bitirdi. Ardından, bakışlarını kaçırmadan aynı alaycı sesle konuştu.
“Kopuzlu! Var mı anlatacak bir şeylerin? Su perisine ilişen çobanın cesedini kemirerek beslenen solucanlar, beyleri güzelliğiyle aldatan çilbacılar….”
Kopuzunu susturdu, ardından gözünü dikip boğuk bir sesle homurdandı
“O tek gözlü devler ve çilbacılar… hiç de gülünç değildir.”
“Tamam be, öfkelenme hemen! Anlat bir şeyler de dinleyelim.” hancıya bağırdı
“Kopuzluya bir içki daha yolla!”
Yabancı, gelen içkiden sağlam bir yudum alıp seyyahlara yaklaştı. Seyyahları süzdü ve kopuzunu kapıp tıngırdatmaya başladı
“Hikayem, diyarın adının Kantoman olmasından çok çok önce hayattan tat almayı unutmuş genç bir gezginin başından geçiyor! Bu genç gezgin, bir sabah evini terk edip bütün parasıyla bir kısrak satın almış ve çöl diyarlarına dört nala sürmüş. Ancak Kantoman’dan çıkmanın tek bir yolu varmış, o da birbirine kaynamış iki dağın ortasından geçen karanlık geçit. Bir ağacın gölgesine oturup günün aymasını beklemiş ve güneş doğunca geçide girmiş. Taşlarda gezinen karanlık gölgeler seyyahı korkutmamış, ellerini birleştirip dua etmiş ancak nafile, karşısında beliren Araçur seyyahın kafasını avuçlarının arasına alıp kopana kadar döndürmüş. Söylenenlere göre bu yaratık geçidi koruyan ruhları yiyerek gücüne güç katar ve geçitten geçmeye yeltenen insanların etleriyle beslenirmiş.”
Seyyahlardan biri heyecanla “Eee?” dedi.
Yabancı çoktan kopuzunu bırakmış, içkisine dönmüştü.
“Eeesi bu kadar.”
“Bu hikayeyi yolda mı uydurdun?” dedi bir diğeri.
Kopuzlu, adamın gözlerinin içine bakıp sinsice gülümsedi.
“Uydurma değil, dibimizdeki tehlikeden bahsediyorum!”
Hancı kızarmış bir suratla yanına gelip çıkıştı
“Neymiş o dibimizdeki tehlike?”
Gözlerini seyyahlardan ayırmadan boş bardağını ihtiyara uzattı.
“Tam da bu hanın arkasındaki geçitten bahsediyorum… Yani gündüz geçmek istediğiniz geçitten. Söylenenlere göre geçitteki yaratık, lanetten simsiyah kesilmiş bir Araçur.”
“Saçmalık!” diye bağırdı seyyah. “Araçurlar ormanda yaşar, dağda değil.”
Kopuzlu kafasını çevirdi.
“Kötü ruh yiyenler de mi ormanda yaşar?”
Birbirlerine boş boş baktılar.
“Yaratık yaşadığı sürece buradan canlı geçmenin imkanı yok. Gittiğiniz her yerde anlatın bunu: Geçit delirmiş bir Araçur’un yuvası artık!”
Hancı öfkeyle karışık bir korkuyla araya girdi
“Yapmayın beyim! Ölürüm açlıktan, altı üstü hikaye işte…”
“Hikayeleri hafife alıyorsunuz! Yokmuş gibi davranarak gerçeği değiştiremezsiniz!”
“Ben akşamları oraya gidiyorum, ne Araçur ne de Bozruh gördüm. ”
“Şimdi de gitmek ister misin? Hem bize de kanıtlamış olursun yaratığın gerçek olup olmadığını. ”
Hancı yutkundu.
“Sen yark değil misin? Yok et yaratığı, sonuçta siz de yaratık soyundan geliyorsunuz!”
Börküne tepeden bastırıp alnını iyice kapattı.
“Yark da neymiş? Ozanım ben, kopuzla yaratık mı öldürülür?! ”
“Ne yapacağız o zaman?”
“Tanıdığım bir adam var, hem Yark hem de savaşçı… Söylenenlere göre yaratıkların soyundan gelmiş ve kamanalarca ehlileştirilmiş korkunç bir adam. Ne insana ne de canavara merhamet eden kana susamış bir yaratık!!!”
Hancı derin bir oh çekti.
“Nerede buluruz bu adamı?”
Karanlıkta kalan masada içkisini yudumlayan adamı işaret etti.
“Gözlerim beni şaşırtmadıysa benimle beraber bu hana giren yabancı.”
Hancı, gözlerini karanlığa gömülmüş masada oturan siyah saçlı adama dikti.
“Beyim, bir gelir misiniz buraya?”
Adam ağır ağır ayaklanıp yaklaştı ve onu çağıran yaşlı adama baktı.
“Siz öldürebilir misiniz bu Araçur’u? ”
“Öldürürüm” dedi adam “Ama bedeli var. ”
“Nedir beyim?”
“Bir kese altın. ”
Hancı hiddetlendi.
“Ama kamanalar yardımı parayla yapmaz!”
Kopuzlu içkisini yudumluyordu. siyahlı yabancı gözlerini olabildiğince açıp dişlerini sıktı.
“Kamanalara benzer bir tarafım var mı?”
Hancı bir an düşündü ve çaresizce kabul etti
“Tamam Beyim, yeter ki öldür yaratığı!”
Siyah saçlı olan hanı terk edip karanlıkta kayboldu.
Kopuzlunun ağzı kulaklarına varıyordu. müthiş bir heyecanla “herkese benden mayalı süt!” diye haykırdı. Handaki seyyahlar ve hancı, kopuzlu kadar rahat görünmüyordu.
Biraz zaman geçtikten sonra siyahlı adam, elinde yüzü siyaha bulanmış bir Araçur kafasıyla geri döndü. Kesik başı masaya bıraktı ve “Yaratık öldü, artık geçit temiz.” dedi. Seyyahlar ve hancı dikkatle kafayı incelediler. Bir tanesi “Araçurlar siyah suratlı mı oluyormuş?” diye sordu, kopuzlu araya girdi “Sana kaç kere söyledik, bu sıradan Araçurlara benzemez!” Onun da lafını hancı kesti “Yüzü çürümeye başlamış bunun, sanki daha önceden ölmüş gibi!”
Kopuzlu ayaklanıp öfkeyle bağırdı
“Aptal mısınız siz! Hayatınızda kaç defa Bozruh yiyen bir Araçur gördünüz?”
Hancı kaşlarını çattı.
“Evet görmedik, bunun yediğini nereden bileceğiz.”
Siyahlı adam baygın gözlerle kopuzluya baktı ve Palasını çekip hancının boğazına dayadı.
“İşin görüldü, artık geçitte yaratık yok. eğer cayarsan gittiğimiz her yerde geçitteki canavar hikayesini anlatırız, sen de ordudan kovulmuş askerlere mayalı süt satarsın!”
Hancı homurdanarak kuşağından bir kese çıkartıp kesik başın yanına attı, kopuzlu keseyi kapıp; “Teşekkür ederiz beyler, Bozruhlar sizi korusun” dedi Siyahlı da kesik Araçur kafasını alıp omuz çantasının içine tıktı “Bunu da unutmayalım. ”
İki yabancı han kapısını arkasına alıp ay ışığına doğru adımladılar. Kopuzlu guruldayan midesine bastırıp çantasını karıştırdı “Sende yiyecek bir şeyler kaldı mı?”
Siyahlı kesik kafayı kayalıklara fırlatıp çantasından çıkardığı kurutulmuş eti uzattı. Ormanda gezinirken buldukları Araçur kafası gerçekten de çürümüştü ve ekşi kokusu, etin tadına sinmişti.
“Şu kesik kafa oyununa kimse inanmıyor, neden hala bunu yapıyoruz?”
Kopuzlu eti dişleyip yüzünü ekşitti ve ceset tadındaki eti yanındaki ağacın dibine doğru fırlattı.
“Çünkü başka türlü para kazanamayız, kimse hikaye dinlemek için eline altın saymaz.”
“Orduya katılalım? Sen yazıcı olursun ben de asker…”
Kopuzunu alıp yeni bir melodi denedi
“Güldürme Barlas! Alnımızdaki işaretleri ne yapacağız?”
Kafasını gösterdi
“Börk takarız”
“Şunu dinle, dün gece rüyamda gördüm!”
Alınlarındaki işaretler, Kanlığın getirdiği bir kuraldı. Kantoman’daki annesiz ve babasız melez çocukları ayırt etmek için doğduklarında alınlarına sıcak demirle tek ucu birleşmemiş üçgene benzeyen bir işaret dağlarlardı. Kantomanlılar bu tarz çocuklara bir çok şey söylüyorlardı ancak daha çok “Yark” deniyordu. Nereli oldukları, nereden geldikleri bilinmezdi–doğrusu kimse merak da etmezdi. Kan, bu çocukları Kamanaların yanına yerleştirir ve onlar da kendi bildikleri gibi yetiştirirlerdi. Barlas ve İlger de aynı Kamana’nın evinde büyümüş iki çocuktu.
Kimseye görünmemek için ormanın derinliklerine daldılar çünkü görünmek ceza demekti. Her gün gide gide ezberledikleri ağaçları aşarak kamanlarının kulübesinin önüne ulaştılar. İlger, Barlas’ı durdurdu ve çantasından geyik derisiyle kaplanmış ufak bir toprak şişe çıkardı.
“Yanımda biraz mayalı süt var içip öyle girelim mi? Hem yeni hikaye var onu anlatırım”
Barlas börkünü çıkartıp kafasını kaşıdı.
“Zaten hep yan yanayız, içinde ben olmayan ne anlatacaksın?”
“Rüyamda bir şeyler gördüm, gel hadi içelim.”
“Kamana kızarsa beni karıştırmayacaksın ama.”
İkili, kulübenin yanındaki yuvarlak kayanın tepesine çıkıp mayalı sütü içmeye başladılar. İlger kopuzunu alıp rüyasında gördüğü hikayeyi söylemeye başladı. Ormanda yaşayan ve çocuk kaçıran genç bir tepegözü öldüren kahraman bir bey çocuğunun hikayesiydi. Barlas mayalı sütün tamamını mideye indirip “Rüyaların ne güzelmiş” diye mırıldandı. “Gerçek hayatta beyler pek cesur olmuyor, anca gelip kamanadan zorla erzak istiyorlar.”
“Bölme hikayemi!” diye çıkıştı İlger.
“Ee, noluyor hikayenin sonunda? Tepegöz ölüyor ve ülkede şenlik mi yapılıyor?”
İlger kopuzunu taşın üzerine bırakıp Barlas’ın elindeki süt şişesini aldı.
“Şenlik yapmıyorlardı, eğlence gibi bir şey.”
“Kalk gidelim.” dedi Barlas “Kamana kızacak yine.”
İki arkadaş Kamananın kulübesinde yaşıyordu. Ne buraya aitlerdi ne de başka bir yer görmüşlerdi.. Barlas içi samanla doldurulmuş yastığına kafasını koyup bir gün ne yapacağını düşündü. Evlilik, iş gibi sıradan şeyler sıradan insanların işiydi: geri kalan uğraşları ise ancak üstün insanlar yapardı ve kendisi bu iki ihtimal için de uygun değildi. geri kalanlar ise üstün insanların işi ve o bu iki ihtimal için de uygun değildi.
İlger belki iyi bir ozan olabilirdi ancak alnındaki ucu birleşmemiş üçgen, dinleyici sayısını epey bir düşürebilirdi. Kantoman’da piçler pek istenmezdi, özellikle de melez olanları. Kamanalar bu çocukları bulup sahiplenir, yetiştirir ve kendilerinden biri yapardı; ancak onların da yaşam tarzları pek konforlu değildi. Para kazanmazlardı, et yemezlerdi, ayin olmadığı sürece sarhoş olmazlardı, evlenmezlerdi ve eğlenmezlerdi. İçi saman dolu yastıklarda yatar ve her gece bozruhlarla lakırtı yapıp dua ederlerdi.
Sessizce kulübeye girip etrafa göz gezdirdiler. Kamana girişteki koltukta uyuyordu. Barlas, İlger’e dönüp parmağıyla sus işareti yaptı ve yerdeki kapağı açıp merdivenden sessizce indiler. Uyudukları oda evin zeminine kazılmış bir çukurdaydı. İlger yatağına kurulduktan sonra “Diğer hikayeyi de anlatayım mı?” diye fısıldadı. Barlas çoktan gözlerini kapayıp uyuyakalmıştı.
Kantoman’ın kemik çatlatan soğukluktaki çetin kırlarında dolaşan iki hayalet gibi yaşayıp giden iki arkadaş, mütevazi günlerini her daim samanlı bir yastık üzerinde baş dönmesiyle sonlandırıyorlardı.
…İlger Barlas’ı durdur ve çantasından geyik derisiyle kaplanmış ufak bir toprak şişe çıkardı, kısmında “durdurdu” yazacaktın sanırım, harf eksikliği olmuş, belki düzeltmek istersin.
Evlilik, iş gibi sıradan şeyler sıradan insanların işiydi, geri kalanlar ise bütün insanların işi ve o bu iki ihtimal için de uygun değildi, kısmını çok sevdim.
Oldukça akıcı ve hoş bir dili var, metne hemen bağlandım. Karakterlerin kendilerine özgü sesleri olması, “kemik çatlatan soğuk” gibi betimlemeler, karanlık ama sıcak atmosfer hoşuma gitti.
Ellerine, emeğine sağlık:)
Hatamı düzelttim çok teşekkür ederim…
Her türden okuyan biri için oldukça keyifli. Bence daha çok yazmalısın. Emeğine sağlık.
teşekkür ederim <3
İlk öncelikle kaleminize sağlık. Zaten “kopuz” sözcüğünü okuduğum an “aha!” dedim, Türk kültürü ile ilişkili bir öge gördüğüm için. Sonra “börk”, “kam-ana” gibi sözcüklerle iyice keyiflendim. Sanırım “Araçur” ve “Yark” sözcüklerini de Türkçeden esinlenerek oluşturdunuz. “Kantoman”ı ise çözemedim. Anlatı oldukça keyifliydi, başkarakterlerin davranışları, tutunma çabaları ve öbür karakterlerin davranışları belki de evrendeki yozlaşılığı anlatıyor ve zaten sonra toplumun melezlere tutumunu da öğrenmiş oluyoruz. Bir de şu cümlede “ne … ne …”nin kullanımında hata gördüm: “…Ne insana ne de canavara merhamet etmeyen kana susamış bir yaratık!” – Sanırım “Ne insana ne de canavara merhamet eden,” demek daha doğru olur, zaten “ne” olumsuzluk anlamı kattığından. Devamını kesinlikle bekliyorum. İyi çalışmalar.
İçerik olarak zengin bir evren vaad ediyor bence. Fakat beni rahatsız eden tek şey hancının kolayca ikna olması ve sonrası da şüphenin kolayca geçilmesi. Tabiki bu daha ilk kısım. İlk kısımda hikayede merak unsuru eğer senin için önemliyse -ki benim için değil_ biraz eksik kalmış gibi. Tabi tüm bunları fantastik edebiyat sevmeyen biri olarak söylüyorum. Hiç ciddiye de almayabilirsin söylediklerimi.
Barlas ve İlger iyi bir giriş yaptı. Aralarındaki denge yerli yerinde, diyalogları canlı, evrenin dili de tutarlı. Kopuzla hikâye anlatıp eski yaratık kafasını “kanıt” diye sunmaları hem komik hem de bu dünyanın kurallarına uygun. Alt metinde sezilen şey ise şu: Bu çocukların geçmişi boş değil. Alınlarındaki işaret ve Kamana’nın suskunluğu bir şeylerin habercisi. İlk bölüm doğrudan olay anlatmak yerine evreni ve karakterleri tanıtmayı seçmiş. Bu da uzun bir anlatı için yerinde bir tercih. Okurda “bu iki çocuğun başı er geç belaya girecek” duygusu oluşuyor ve bu duygu hikâyeye bağlanmayı sağlıyor. Asıl soru şu: Bu dünya onların oyunu mu taşıyacak, yoksa başlarına çöküp oyunlarını bozacak mı? Devamında o kırılma anı gelirse hikâye orada asıl gücünü gösterir. Takipteyim. Bu çizgi korunursa sağlam bir tefrika olur.
Merhaba, bölümle ilgili bir kaç düşüncem:
Metin bazı düzeltmeler gerekiyor. büyük küçük harf ve bir kaç harf hatası. Ama ayrıca başlangıçta biraz anlamakta zorlandığım yerler oldu. iki kişi birlikte giriyor ama sanki yabancı gibiymişler gibi davranıyorlar sanırım sonraki sahnelere göre.
(Birbirine kaynamış iki büyük dağın ortasındaki geçidin başında, yolcuların dinlenmesi için akıllı bir tüccar tarafından kurulmuş hanın girişinde bekleyen iki yabancı, ay ışığını sırtlarına alarak içeriye girdi. Suratlarına çarpan pişmiş kuzu eti ve her türden içki kokusuyla ciğerlerini yıkayıp birbirlerine baktılar ve görmezden gelip en uzak masalara oturdular. Hancı ilk önce kendine yakın oturanın yanına gidip ne istediğini sordu. Yabancı, kopuzunu sırtından çıkarıp masaya bıraktı.)
—> Birbirine kaynamış iki büyük dağın ortasındaki geçidin başında, akıllı bir tüccar tarafından kurulmuş hanın önünde bekleyen iki yabancı, ay ışığı sırtlarında içeriye girdiler.
“ve görmezden gelip en uzak masalara oturdular. ” –> bu kısmı ileriki bölümleri okumadan anlamamıştım.
“ve ayrı ayrı gidip birbirinden uzak masalara oturdular”. Yeni gelenleri gözleriyle takip eden hancı onlar oturduktan sonra, kendisine yakın olana yaklaşıp ne istediğini sordu.
Hancı başını sallayıp “Çölruhu” diye düzeltti ve sonra diğerine/diğer adama yöneldi.
–> Karanlıkta kalan masada içkisini yudumlayan adamı BAŞIYLA işaret etti. / Sonra hancıya doğru , sanki bir sır verecekmişçesine hafifçe eğilerek fısıldar gibi konuştu./
“Gözlerim beni şaşırtmadıysa benimle beraber bu hana giren yabancı.” Hancı, gözlerini karanlığa gömülmüş masada oturan siyah saçlı adama yöneltti. / O tarafa bir kaç adım atıp seslendi./
“Beyim, bir gelir misiniz buraya?” Adam ağır ağır ayaklanıp yaklaştı ve onu çağıran yaşlı adama baktı. –>
Masanın üzerinde iki elinin arasında tuttuğu ağaçtan bardağa boş boş bakan adam, yavaşça başını kaldırıp onlara baktı. Kendisine seslenilmesinden rahatsız olmuş gibi kaşlarını çatmıştı. Sonra ağır ağır yerinden kalkıp onlara yaklaştı ve ne istediklerini sorarcasına gözlerini hancıya dikti.
Ve bu bölümde
(Biraz zaman geçtikten sonra siyahlı adam, elinde yüzü siyaha bulanmış bir Araçur kafasıyla geri döndü. Kesik başı masaya bıraktı ve “Yaratık öldü, artık geçit temiz.” dedi.)
Belki adam üstü başı hırpalanmış gibi içeri girmeli ve belki yakaladıkları bir av hayvanının kanını buldukları kafaya içeri girmeden sürebilirdi. Ayrıca handakilerin çoğunun bekleyiş sırasında daha çok içmiş ve sargoş oldukları da ima edilebilirdi. Böylece oyuna kanmaları daha kabul edilebilir olur.