Kumar
Cennetten yer ayırtmak için ATM’ye uğradım bugün. Zaten fazla uzağa gidemem; tek dolmuşla vardım varacağım yere. Çok sıra vardı ama herkesin sırada olma nedeni farklıydı.
Sağıma döndüm, kahvehanenin dolmaktan kustuğu birkaç dayı kapının önüne iskemle atmış oturuyordu. Acaba onlar benden önce mi davranmışlardı? Ak düşmüş saçları ve babadan kalma, hayatı çözmüş tavırlarıyla oturmuş, sıradakileri süzüyorlardı. Bunlar rakibimiz olan insanlardı; bizden önce gelmiş ve bizden önce gidecek, otobüse bizden önce binecek, Ahiret Sineması’na ilk sıradan bilet almış kişiler. Ama hiçbiri çıkışta filmin nasıl olduğunu bize anlatamayacaktı. Ölüm spoiler vermez çünkü.
E, neye yarıyordu ki bunca film çevirmek?
Soğuk iyiden iyiye bastırırken, rüzgâr kabuğumdan içeri sızmaya, ruhumu bile titretmeye başladı. Sıra ilerlemek bilmedi. Rakip hissettiğim dayılara tekrar dönüp baktığımda, yüzlerinde kendimi gördüm. Benim birkaç uykudan sonraki halimdi bunlar. Farklı versiyonlarım. Hepsi ben, ama hiç de benle alakası olmayan insanlar.
Özellikle biri, bana diğerlerinden çok daha fazla benziyordu. Zihnim, onun ağzından çıkan, rüzgârın taşıdığı kelimelerle küçük küçük cümleler kuruyordu. Sanırım kapitalizmden, insan haklarından falan bahsediyordu. O konuşuyordu ama çoğunluk için okey taşlarının bir sonraki hamlesi daha bir cezbediciydi. Milyonlarca kez oynanmış olsa bile…
Cümlesi bitmeden mekân sahibinin yumurta topuk ayakkabılarının sesi geldi önce, sonra adamın kendisi. Cami yeşili oraleti masaya bırakıp elini adamın omzuna attı:
— Borç birikti, dedi.
Adam mahcup ama kararlı bir sesle:
— Ödeyeceğim. En geç cumartesi, merak etme, dedi.
Adam tam oraletinden bir yudum alacakken göz göze geldik. Onun söylediği şeye inanmayışı ve benim de bunu destekleyen bakışlarım çarpıştı. İkimiz de önümüze, hiçbir şey yapmayışımıza döndük. Belli ki kendince önemli şeyler söylüyordu ama bütün bunlar sadece onun için önemliymiş gibi davranan bir insan çemberi vardı etrafında. Bacakları gitmek ister gibi yola dönükken, aklı hâlâ bir şeyler anlatmak derdindeydi. Sandalyeye oturmuştu oturmasına ama sanki biri “Kalk” dese hemen “Olur” deyip basıp gidecekti. İpi çözülünce göğe uçacak bir balon misali.
Kendimi en çok onda gördüm, yansımam onun üzerine tam oturmuştu. Ne daraltması gerekirdi, ne de paçalardan kısaltması. Ama nedendir bilmem, bir sevimsiz geldi gözüme. Kendimde nefret ettiğim davranışları bu adamda görünce ona güzel bir tokat atmak “Kendine gel! Ne anlamı var bunca anlam aramanın?” diye sormak istedim. O tokat, fiziksel olarak onun yüzüne, ancak benim onda gördüğüm Ben’ in ruhuna çarpacaktı.
Ama bu isteği geçiştirmek adına, benden bana eko yapabilecek kadar kısık bir sesle:
— Cık cık! Ne gereksiz muhabbetlere giriyor, sanki ne dediğini anlayacaklarmış gibi, dedim.
Benden önceki kişinin işini bitirip giderken koluma çarpması, beni düşünce trenimden indirdi. “Zihnim ve bedenim aynı yerde mi? Sırada mıyım?” diye etrafıma bakındım. Evet, sıra bana gelmişti. Parayı çektim, saydım saymasına da… Anlaşılan, cennete gitmeme daha çok vardı.
— Yavaş yavaş biriktiriyoruz işte, dedim kendimi ikna etmeye çalışan bir sesle.
Cennetten güzel bir yer edinmemin şartlarından biri, develerin ve çölün olduğu bir diyara gitmemdi. İyi de biletler ateş pahası! Ya orada satın alınan sular, taşlar, teneke yüzükler? Hepsi ayrı para, ayrı dert. Orada zemzem suyu içmesem ayıp olur; hem o kör olası şeytan, benim de taşımın tadına bakmalıydı.
“Nasıl oluyor da dolaylı da olsa bu para denen şey cennete yatırım yapmama yarıyor?” diye düşündüm.
Çok geçmeden karşıdaki dönerciden gelen koku, müzik mağazasının çaldığı şarkı ve hızlı yürüyen insanlar beni uyandırdı.
— Hazır parayı çekmişken şuraya bir uğrasam mı? dedim.
Ben daha soruyu bitiremeden, zihnim rotayı çoktan belirlemiş gidiyordu bile. Bedenimse, çocuk ayaklarıyla ona yetişmeye çalışıyordu sadece. İkisi el ele tutuşunca kendimi mağazanın kapısında buldum. İçeri girdim, umutsuz bir sesle:
— Şey… Sizde Mohammed Rafi ya da Kishore Kumar albümleri bulunur mu? dedim.
Eğer cevabı “Evet” olursa deve diyarından, bal ve şerbet şelalelerinden kısıp harcayacaktım, çok da bir şey etmeyen paramı. Merak ve heyecanla adamın yüzüne baktım, zaman durmuştu sanki. Ağzından çıkan her bir kelimenin arasından asırlar geçiyormuş gibi hissettim.
— Efendim, direkt olarak Rafi ve Kumar’ın albümleri yok ama Bollywood devlerine özel oluşturulmuş karma albümler var elimizde. Bu albümlerde Rafi ve Kumar dışında ayrıca L. Mangeshkar, Asha Bhosle, Geeta Dutt, Mukesh ve Manna Dey de var. Bakmak ister misiniz? diye sordu.
— İstemez miyim! dedim, gözlerimde parıltı ile.
Adam önden gidip yol gösterirken ben cennet merdivenlerini adım adım tırmanıyordum bile. İhtimallerle yaratılmış fantastik bir diyarda yaşamak fikri, beni K. Kumar’ın sesi kadar tatmin etmiyordu. Ahiret kumarından kaçıp Kishore Kumar’a para ve zaman harcamak ne kadar doğruydu?
Ama düşününce, elde olanın kıymetini; yeryüzündeki cennetin değerini bilmenin kötülük olmayacağını Tanrı da anlardı. O bana hak verirdi. Zaten onun bana hak vermeleri beni ona bağladı, onunla ilgili savaş başlatan rivayetlerden uzaklaştırdı. Hem bence o da gökyüzünde, elinde bir tanpura ile şarkı söyleyen Lata’yı dinliyordu şu an. Yok yok, kesinlikle bana kızamazdı.
Adama dönüp:
— Hepsini alıyorum! dedim.
“Hepsi” kelimesi izafiydi. Hangi hepsi? İşte bu çok önemliydi. O an ağzımdan çıkan “Hepsi”, benim için dünyadaki her şeye sahip olmakla eşdeğerdi. Benim hepsi’mdi onlar.
Koltuk altımda albümlerim, elimde birazdan keyifle yakacağım sigaram ile dükkândan çıktım. Dolmuşa binmek belki de ilk defa canımı sıkmayacaktı. Çünkü kendi cennetim için elle tutulur, gözle görülür bir şeyler bulmuştum bugün. Belki de cennetle güçlü bir bağ kurmam için birer altar nesnesi olurdu bütün bunlar. Her dinlediğimde ibadet etmiş olurdum, fena mı?
Bütün bu kendime hak verişlerim, sebep ve bahane arayışlarım, belki de minareye kılıf uydurmalarım bittikten sonra, mırıldanmaya başladım.
♪ Jiska mujhe tha intezar,
Jiske liye dil tha beqarar,
Woh ghadi aa gayi, aa gayi… ♪
Hayaldi ya, üzerimde de Zeenat Aman’ın giydiği mavi elbisesi vardı. Hele o parıl parıl yüzük, kolye, bileklik ve küpeler! Mutluluk buydu işte.
Daha nakaratı bitiremeden barbar bir korna sesi duydum. Üst üste, kötü hissettiren, tahrik eden ve rahatsızlık veren bir dolmuş sesi. Bulutlardan inip, ait olduğum habitatın dolmuşuna bindim. Şoföre parayı uzatınca bir tuhaf baktı bana. Takıları çıkarmayı unutmuşum, iyi mi.
# Kumar #edebiyat #öykü # Kumar-Öykü #Jiska Mujhe Tha Intezar
Yorumlar (0)