Yazar: Yusuf Dinçaltın ·
5 Ekim 2025

    Arabayı görmedi. O da onu görmemiş olacak ki az kalsın çarpıyordu. Arabayı görmediği gibi sokak lambasındaki martıyı, kedinin ağzındaki tavuk budunu, yanından geçen güzel kızı da görmedi. O görmese de martı da kedi de güzel kız da onu görmüştü. Hepsinin de ilk tepkisi kaşlarını kaldırmak oldu. Martının kaşı olmasa da yine de öyle yaptığını varsayabiliriz. Bu kadar şaşkınlığa yol açması aslında şaşılacak şey. Pek de tuhaf durmuyordu aslında, sadece gözleri kandan kıpkırmızı olmuş ve saçını taramamıştı. Bir de çantasından kan damlıyordu. En azından onu durdurup çantasına bakan ve mürekkep şişesinin kırılmış olduğunu gören polisler öyle sanmıştı. Çantasında mürekkep taşıması dolma kalem kullandığını düşündürmesin okura. Yazısını beğenmediği için henüz kullanmıyor. Ucuz buldukça mürekkep depoluyordu sadece. Kırmızı mürekkep. Polisler biraz tuhaf tuhaf süzdükten sonra bıraktı. Arkasından sövdüler. Yine arabayı görmedi. Bu kere araba onu görmüştü de en azından yavaşlayacak vakti olmuştu. Böyle ortada gezmesi kamu güvenliği için tehditti aslında. O da can atmıyordu dışarı çıkmaya. Kendi de korkuyordu. İnsanlardan, arabalardan, arabalı insanlardan, insanlı arabalardan. Kendi dışında akan bir hayat vardı. Bu hayattan elinden geldiğince soyutlamıştı kendini. Ya da bu akıp giden hayat onu istemediğinden kusmuştu kendi içinden. Bunu ne o ne biz biliyoruz. Belki okuyucu bilir olur onu iyice tanıyınca. Şimdiye kadar onun gözleri kanlı, saçları dağınık, kırmızı mürekkep alan ve düzgünce taşımayı bilmeyen biraz dalgın biri olduğunu öğrendik. Genç bir erkek. Aralık, 2004’te doğmuş. Esmer. Orta boylu. Okula gidiyor. Bazen.

    Önce sokağına, sonra apartmanına, katına, dairesine ve sonra da yatak odasına vardı. Yorulmuş, bunalmıştı. Uyudu biraz. Üç saat otuz üç dakika yirmi üç saniye. Bunu biz biliyoruz. Kendi bilmiyor. Bakmadı saate yatmadan önce. Tuvalin başına geçti biraz. Tuvalin kırk sekizde kırkını kırmızıya boyamış. Üç farklı tonuna. Kalanı beyaz. “Resim” tamam artık. Biz resim diyoruz, bizce resim olmuş. O ise camdan aşağı atmak dilediği bir şey görüyor karşısında. Aslında sevdi de biraz. Bugün içi ayrı bir yoğun. Çok konuşma ve tartışma var zihninde. Hem kendisiyle tartışıyor hem de tanrısıyla tek taraflı. Ne tartıştığını ben biliyorum. Söylemem. Biraz balkonda, biraz da pencerenin önünde oturdu. Bâde bugün çok yanaşmıyor yanına. Kedisi. Bâdeden başka isimleri de var. Şahram, Rumi, Eylül, Pisi ve Güneş. Kafasına estikçe bunlardan birini söyler hayvana. Zaten ismini ayırt etmiyor. Biraz da hayvancağızın bunları isim olarak algılayamadığından da kaynaklanıyor olabilir. Ama sadece görmezden ve duymazdan geliyor. En çok Pisi’yi seviyor. Ama gencin en az kullandığı da o. Yürümek istedi biraz. İstedi, istiyor. Dişlerini fırçaladı. En azından kendine bu iyiliği yapıyordu. Kağıda bir şeyler karalayıp cebine koydu. Okuyamadım ne yazdığını. Ama hızlı yazdı. Çıktı. Asmalımescit’e kadar yürüdü. Hiçbir binanın, dükkanın ve mekanın içine girmedi. İnsanlardan kaçtı. Onlar da ondan kaçtı biraz.

    Dönüşte metroya binmek istedi. Kartını almamış. Atlayıp geçti turnikeden. Görevli o tarafa bakmıyordu. Bir ağrı saplandı kafasına. Hayır. Vicdanı ağrımıyor. Migreni var sadece. İyi değil. Sonraki istasyonda indi. Bura en sevdiği. Hattaki tek. İnsanlar çok. Gözden kaybettim. Çıkışa bakıyorum. Bulamadım. Biz şu gelen kızıl saçlı güzel kızdan devam edelim artık. Çok bildiğim biri değil. Doğum tarihi ve temel niteliklerini ben biliyorum. Paylaşalım. Eylül’ün ikinci Cuma’sında doğmuş iki bin dörtte. Saat yedi elli sekiz. Sabah. Doğduğunda odada doktor, üç asistanı, annesi ve babası ve dedesi ve anneannesi vardı. Güneşli bir gündü. Serindi ama yine de. Açık camdan kuş sesleri geliyordu. Kumru ve serçeler. Şimdi o güne göre biraz daha büyümüş sayılır. Biraz inatçı biraz hoppa biraz keyfine düşkün biri artık. Bebekliği de bu niteliklerinin ikisini taşırdı. Tüm bebekler gibi. Hah benimki buradaymış. Attı kendini sandım köprüden. Gofret alıyormuş otomattan. Fındıklı. Çifte kavrulmuş. Yürüdü köprünün üstünde. Durdu. İzledi etrafı. Süleymaniye, Ayasofya, Nuruosmaniye, Rüstempaşa, Topkapı, Çamlıca ve Galata Kulesi’ni aynı anda görebiliyor olması bu hayattaki çok az olan mutluluk kaynaklarından. Güneş batıyor. Hava kırmızı, turuncu tonlarında. Bulutlar güzel şekiller almış. Cebindeki notu yırttı. Atmadı. Elinde tuttu. Birkaç şey düşündü. Mutlu oldu. Bu mutluluk dıştan belli olmaz. Ben bilirim.

    Eve kadar yürüdü. Bu da bir buçuk saat otuz üç saniyesini aldı. Kapıdan içeri adımını atınca gelen huzur tüm vücuduna yayıldı. Evet. Orasına da. Pisi yavaş hareketlerle kimin geldiğini görmek için odadan çıktı ve gördüğü karşısında çok mutlu olmuş gözükmese de rahatlamıştı. Mamasını verecek bir güç vardı artık evde. O da mamasını verdi. Yapacak bir şeyi yoktu. Bu durum içindeki bazı iyi ve kötü düşüncelerin -çoklukla kötü- yüzeye çıkmasına neden olacağı için kendine iki uğraş buldu: uzun bir banyo -sürdü bayağı, kırk sekiz dakika elli dokuz saniye ve bu süre suyu açmasından başlayıp kapattıktan sonra duşakabinin kapısının tam olarak açıldığı ana kadar olan süredir- ve çıkınca da uzun sürecek bir yemek yapmak. Çöken ağırlık salondaki koltuğa çökmesine sebep oldu. Başı ağrıyordu. Migrenden. Bir müzik açtı. Something in the Way. Yollarında sahiden de bir şeyler vardı. Düşünceleri, korkuları ve umutları. O bitince Emel’in Tunus Günlükleri albümünü açtı. Seviyor. Bu sevgisini kimseyle paylaşmamış ve paylaşmayacak olsa da. Yine de bir gün birine bunu söylemeyi içten içe umuyor. Bu, umutları arasında altmış altıncı sırada. Bir üstünde yarın markette kefir olması umudu, bir altında da üç sene sonra olacağını umduğu ve sizinle paylaşmayı asla istemeyeceği bir şey. Yatsı ezanı okunurken dışarı çıktı. Bu da tam olarak Rumi’nin çişini yapmak için yerinden kalktığı ana denk geliyordu. Çıktı apartmandan. Yürüdü. Yürüdü. Üç yüz yirmi adım atmıştı ki durdu. Kulağına hoş gelen bir şeyler çalıyordu bir yerde. Önünde durduğu apartmanın ilk katındaki açık pencereden gelen bir radyo sesi. İncesaz’ın Melihat Gülses’le söylediği Firar çalıyor. Bil ki artık dönüşüm yok, gitti son vapurlar. Tabii o ne İncesaz’ı biliyor ne de Firar’ı. Şarkıyı beğendiğini biliyor sadece. Bitince o da gidiyor. Birkaç bin adım atıp bazı küfredip bazı sevinip bazı güzel bir kız görüp bazı üstüne gelen sigara dumanından rahatsız olup geri evine dönüyor. Uyuyor. Rüyalar görüyor. Sabaha da en güzelini hatırlıyor. Kendi ve tanrısıyla ettiği kavgayı unutturuyor bu rüya ona.

    Dolma kalemini aldı eline. Üçüncü kere. İlk ikisinde sadece bakmak içindi. Bu kere yazacak. O bilmiyor henüz. Önce tuvalete gitti. Sifonu çekti. Akan suya baktı. Baktı. Dişini fırçalarken odaya gidip biraz oturdu yatağına. Sonra macunu tükürüp fırçayı temizleyip masasına döndü ve başladı yazmaya. Bu kere ne yazdığını da söylemiyorum. Kısa ama. Durdu bugün. Düşündü. Bir kere bile müzik dinlemedi. Dün duyduğunun tekrarı oynadı otuz saniye zihninde. Sakla beni, bulmasınlar sabaha kadar. Mutlu oldu o an. O anla sınırlı kaldı ama. Akşama doğru bir hedefi olmadan dışarı çıktı, saatlerce yürüdü zihnindeki kavgaları devam ettirip yenilerini de ekleyerek. İlk kere bir sürücüyle tartıştı. İlk kere içinden gele gele karşıdan gelen güzel kıza iltifat etti. Metroya bindi. Sonuna kadar gitti. Geri geldi. Bir durakta inip kalabalığa karıştı. Bir daha da onu göremedim. Onu her gün gören kapıcısı da göremedi bir daha.

Yusuf Dinçaltın

Yusuf Dinçaltın

genelde okuyor. bazen de yazıyor, çeviriyor.

31 Mart 2025 · 3 yorum İmaro’yu Asmışlar

[dropcap type=”letter”] M [/dropcap]akarna yapmaya geçmişim mutfağa; bol tuzlu, bol körili, kırık; kesinlikle yoğurtla. Ağzıma alırken dudaklarımla süzüyorum, acısı porselende kalsın, yoğurdu da yanında. Hava ayrı bir kasvetli bugün, İmaro’yu asmışlar. Balkona çıkmaya çekiniyorum, bir yerlerde tetikçiler var. Tabii gizlenen tetikçiler değil İmaro’yu asanlar. Özünde kötü çocuktu, okul bahçesine havuz yaptırma vaadiyle sınıf sınıf dolaşarak […]

Yazar: Sude Türk

Yorumlar (1)