-Açıklama yapmak isteseydim, öykü yazmazdım imasıyla-

-Açıklama yapmak isteseydim, öykü yazmazdım imasıyla-

Yazar: Mesude Fert ·
1 Nisan 2025

Yin Yanggggggg

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”1″][/geo_headline]

-yalnız bu akşam yediye kadar elimde olur değil mi, sekizde akşam yemeği yiyeceğiz ve benim ezberlemem falan gerekiyor, anca.

-merak etmeyin, size yakışan bir şey derlemek on dakikamı alacak zaten.

-anlamadım?

-öyle net ifade ettiniz ki kendinizi, çok iyi idrak ettim, kısa süre içinde ulaştıracağım.

-tamamdır, bekliyor olacağım.

-yok, dümdüz bekleseniz de olur, aksiyona lüzum yok.

-anlamadım?

-selametle.

Keşke seni teklif için eğildiğinde. Arkandan yaklaşıp. Teklife maruz kalana yazık diyeceğim ama bu sümsükle hangi kenarın yosması beraber kim bilir. Yüzüğü serçe parmağıma geçirip kelebek gibi. Yüzünün ortasına. Öbür elimle ensesini tutup. Sen çiftleşeceksen dünya şimdi dursun ayı diye bağırıp. Elimdeki veriler kısıtlı ama onlara çok bile. 1 sene 8 aydır beraberler, aileler tanışmak üzere. Karı biraz değişik. Arkadaş ortamında tanışmışlar. Sizin ilk kez muhallebi kaşıkladığınız masayı… Bunları düşünürken kaldı 8 dakika. Size 10 dakikadan fazla ayırmayacağım.

Seninle tanıştığımız o yer hala

Bizim aşkımızı konuşuyor

Melekler kulağıma

Her gece adını fısıldıyor

Ah senle tanışmadan önce

Nereden bilirdim bu hissi

Nereden bilirdim

Bir aşkın, bir kalbe

Sinsice yerleştiğini

Seviyorsan sen de,

Tam da şimdi

Ellerini uzat ki

Bir daha hiç bırakmayayım

Kaldı 6 dakika 32 saniye. Kötü yazmak, iyi yazan biri için zordur. Ben bu seviyelere nasıl zor iniyorum bir bilseniz. Seviyelerimi, kişilerin seviyelerine göre pazarlıyorum. Herkes farklı bir şeyini pazarlar ki hayatta kalabilsin (gerekmedikçe kalmayın). Göz önünde insanlar şerefini pazarlar, kırmızı yanaklı teyzeler çeyizliklerini çocukları için pazarlar. Babalar kendi mutluluğu için ailesini, kız çocukları yaranmak için en güzel yıllarını pazarlar. Bense sahip olduğum tek şeyi, yazma hevesimi pazarlıyorum. Müşteri de benim, pezevenk de fahişe de. Aklımı, beyin kıvrımlarımın sinir uçlarını, zamanımı, parmaklarımı, nefesimi, son birkaç gülümsememi. Hepsini satılığa koyuyorum. Bir fahişe gibi kendinin ne kadar albenili olduğunu ispat edercesine fiyat biçerek. Müşteriler gibi hayasız ve gözü doymaz. Ulu pezevenkler gibi iş bilen. Bu hayatta satılmayacak şey yoktur, henüz fiyatı biçilmemiştir. Ararsanız yardımcı olurum.

Aşkın kıymetli olduğu bir döneme denk gelen olmamıştır, bu nedenle reenkarnasyon usulüyle hiçbir temiz aşk hikayesi semalarımızda süzülmedi. Kendini aşk meyvesi olarak tanımlamayan evlatlarla, aşkın sahneyi saygıya bıraktığı ailelerin çocukları en çok karşı karşıya gelenlerdir. Ben bunları konuşurken yerden dumanlar yükseldiğini hayal edin, ben öyle yapacağım. Allah gördüğünden geri koymasın derler ya, dipte gezen cıvalı balıklar ne yapsın. Dipte yüzüyorum işte, magmaya kadar tırnaklarımla kazıyamam ya yüce rabbimin katmanlarını. Buraya geçici gelenleri ne yapmalı. Seferiler. İki ağlayıp gidecekler. Donları yırtık, sümüğünü bileğinin içine süren gariban çocuklarla mı arkadaş olmak zorundayım he? Büyümüyorlar da kumaş kalitesiz. Allah’ım sen Sümerbank’ları da mı böyle kademe kademe yaratmıştın. Neden yüzümüze bakınca anlaşılıyor, peynir ekmekle büyüdüğümüz? Elini kolunu nereye koyacağını bilmeyen herkes mi çulsuz çıkar. Ya don fakiri ya sevgi. Misafirlikte ikinci tabağı istemeye çekinen ağzı kokan piçle şu odasında etajer olan piç bir mi şimdi. Kara sevdaya düşmekle, aşka yelken açmak aynı mı? El ele boşanmaya gidenlerle, kadının geberip gittiği aile hikayeleri bir mi.

Bunun patolojik karşılığı var mı bilmiyorum ama ellerimi hep manikürle onurlandırırım. Erkek eli, kadın eli gibi narin değil diye mi bilmem. Her şeyi kıskanırım biraz biraz. Yeterince para verince Bülent Ersoy’u bile oturma odanıza getirebilirsiniz, benim param manikürcü kıza yetiyor. 33 günde bir gelir, ayakkabılarını dışarda çıkarıp eline alıp içeri geçerken gülümser. Ne gerekse. Bu kısa boylu kıvırcık kabarık saçlı kız hep açık ördek yeşili montunu giyer. Yürüyen brokoli. Hemen ağzına bir sakız veririm, annemle gittiğimiz kuaför nesrine benzesin. Hadi derim, bana biraz soru sor. Sıkıştır beni. Abi naptın var mı birisi görüştüğün. İşler nasıl gidiyor. Bana da yazsana bir tane be abi, manikürcü kız olsun adı. Biz de nişanlandık ama bakalım ne ara evleniriz.

Alık bu kız, gıkı çıkmadan efendice işini yapıp gidiyor. Nesrin neredesin.

Bunun da bir sözlüsü vardı da herhalde bu çok konuşmadığı için evlenme gününü kararlaştıramadılar. Düşük bütçeli namuslu ev kızı. Bir keresinde bunların evine gittim, halası hastaydı. Evin dış cephesi bu evde alık karılar var pembesi. İki katlı, ilk sevişmede yıkılacak dökük bir şey. Aman yarabbi, katlara erişmek için 18 basamak çıkmak gerekiyor, tenezzül etmezdim de neyse. Trabzanları tutmayayım diyorum manikürden sonra, tetanos kaparım. 17. Basamakta durdum. Durdum diye de az daha 16 basamak düşüyordum. 15 saniye soluklandım, kız beni nazikçe bekliyor ayakta. İçerden 14 bahar çalıyor, reklamlı müzik dinleme programı kesiyor şarkıyı. 13. Cuma’ya özel, dehşet indirim. Hangi aydayız, aralık. 12.12’de işler açılır. Yürüyorum içeri doğru. Kızın bacakları daha da çırpı ev kostümüyle, havada gezen 11. Halası birinci katta yatıyor. Şey, aşırı geçmiş olsun teyzecim. Sağ ol yavrim. Şive komedisi. Hadi diyorum başlayalım, saat 10’da orada olmam lazım. Tamam aabiiy, sen şöyle geç geliyorum sıcak suyla kabı getirip. Senin su ısıttığın evde kocan kurur kaknem. Sevimsizliği dokuz canlı, bir bitiremedim. Tuttu sağ elimi, dizinin üstüne koydu. Nerede kalmıştık, hah sekiz. Kafamı karıştırdı bu lavanta kokusu kremin. Neredeydi o vilayet, lavanta tarlalarında evlenecek bir çiftin Instagram açıklaması için yazı yazmıştım, orada görmüştüm ilk defa. Ne güzeldi lan gelin. Lavanta gibi. Lavanta avanta. Özenip yazmıştım onun hatırına. Sekizindeydi düğünleri (burayı kafiye için uydurdum). Sol elime geçince bir mahcup hissettim, günahlarım alnımda yazmaya başladı. Bir keresinde üst üste, bakın bunu uydurmuyorum, tam yedi kez kuşumla oynadım. Sonra bitkin düşüp, biraz da buhrana girip, yattım uyudum. Erkekliğin şanındandır, arada yoklamak uygun düşer. Neyse. Bir çocuk vardı lisede, hep kızlarla arkadaş olurdu, pudra gibi kızlarla. Bu bir kere bir düştü sıradan, pantolon sen yırtıl. Göt sen osur. 6. Dersin sonuna kadar yerinden kalkmadı. Sen misin kızlarla gezen, lale. Ben dururken senle gezen her karının sonu osuruklu sarı odalar işte. Uyuşuk manikürcü. Mani-kür. Yani manik atak şifacısı. Beş sefer işledi elimi, beş kere elinde törpüyle kafasını elime gömdü. Yüce rabbime şükürler olsun bitirdi de kalktım yerimden. Dizlerim uyuşmuş. Kuşum uyuşmuş. Kafam aseton. Oje sürmem ama bilirim oje kokusunu. Havlu neyse oje de odur. Dört tane göz bana baktı, yine gelesin tebessümü. Misafirperver fakirler. Sizinki en samimisi. Ben çekerim kapıyı dedim, indim merdivenleri, kapıyı çektim, üç kez ittirip kontrol ettim, iki kez sağa sola baktım sırayla, bir kez yutkundum ve sokağın bildiğim yerinden yola düştüm. Gördüğüm her rögar kapağına bastım, her çiçeği kopardım, her memeye baktım, her esnafa caka sattım. Koş hadi koş, yetişemeyeceksin yoksa.

El değmeden üretilen zeytinyağlarıyla yıkayın beni. Doğadan direkt halka. Tek bir insanın deri artığı değmesin üzerime. Kimsenin emeği geçmesin bana. Ben kendim ölürüm. Kapıyı kendim çekerim, koltuk altıma alırım bulaşık bardakla tabağı. Ayağımın tekiyle de kaparım kapıyı.

Sana gelsin manikürcü kız:

Tanıdık bir sıcaklık aradım hep

Tek tek şehrin insanlarının ellerinde

Birinde bir sıcaklık hissetsem

Ayak ucuna çöker sızardım

Kimseye içimi ısıtamadım

Bu mevsim de sormayın halimi

Renkli oje şişeleri arasında soluyorum

Birinciliği bana verdiler…

Tarafsız kaldı ilk defa adalet

Beni hak etmedikçe kimseye beğendirmediler…

                        ************************************************

Bugün bir herif aradı. Yardoç. İsmiyle yaşayasıca. Unvanı büzüşesice. İsmini bilerek vermek istemediğim bir özel üniversitede açılış konuşması yapacakmış, törenin konusu yapay zekâ ile engelli bireylere destek için inovasyonlar. Ne yazayım ki?

Merhaba. Yapay zekaya harcayacağınız vakti, nakdi ve özveriyi organik zekalara harcasaydınız; insanlar topluma daha rahat karışmaz mıydı? Diyenler olacaktır, e yapay zekâ sayesinde yemek, temizlik, evde dolaşma, gerekirse bir tuşla ocağı kapatabilmeleri. Bağımsız yaşayabilmeleri. Bunu mu övelim? Gerçekten koca koca her çeşit her mezhepten tip burada bunu mu övelim? Yatalak bir insan olsam götümü otomatik temizleyen bir zımbırtıya değil, çaya kaç şeker alırsın diyen bir nefes isterim. Hiç mi Moğollar dinlemediniz? Halihazırda kaç yatalak vatandaşın sizce yanında yatılı, hiç değilse gündüzlü eleman çalıştıracak parası var? Kaç engelli kişinin acaba ampulüm elimi şakırdatınca sönsün zıkkımı alacak parası var, ki bu senaryoda iki elinin de yerli yerinde olduğunu varsayıyoruz. Zaten belli ki genleri çürük bu arkadaşların, ailesinden kaç insan hayatta kalacak da gelip kol kanat bacak gerecek ya da kaç tanesi iyi işlerde çalışıp garibanın yanına bir yaren tutacak? Otistik bir çocuğa mesela, erken teşhis aldığını ümit ederek, gerekli terapi desteği verilse kötü mü olurdu? Şimdi sen bu çocuğun götünü otomatik göt silme makinesi ile silsen n’olur, duyu bütünleme çalışmalarına vakitlice göndermedikten sonra. Demem o ki, balık tutmaya değil, balıkçıya kovayı taşıyacak ahbap bulmaya yardım edin. Hadi selametle.

Diyemedim tabi.

Dedim ki;

S*kuk Üniversitesinin Değerli Mensupları,

Yarak kürek öğrenciler,

SİKÜ tarafından düzenlenen 2024-2025 eğitim dönemi bıdı bıdı bıdı törenine hepiniz hoş geldiniz. Böylesi anlamlı bir günde ergoterapi ve yapay zekâ ilminin geleceğe yön veren buluşları için toplanmaktan şeref duyduğumu belirtmek isterim.

Bir keresinde ayağımı burkmuş idim, eve uzak parkın birinde. Maymun gibi sallandığımız yatay merdivenler vardı, hala durur mu bilmem, görmek de istemem, maymun gibi sallanamadığımı kanıtlayan narin düşüşümle toprak zemine çakılıp bitanecim ayağımı burkup acılara gark olmuştum. 10 yaşında olmasam ağlamazdım da dayanamadım biraz kopardım yaygarayı. Yanımızda valide dışında, validenin eşi dostu onların veletleri falan var. Ay yarabbi, herkesin tadı kaçtı biz iki ağladık diye, döndük evin yoluna. Üstüne basamadığımı ve eve kadar yürüyecek durumda olmadığımı en olgun ifademle belirttim ilgili makama. Artık para mı yoktu, canımın yandığına mı inanmadılar bilmem. Biz eve kadar bir yarım saat yürüdük. Ben istediğim gibi maymun oldum, ellerimi koydum betona, basa basa gidiyorum 3 pati, biri iptal malum. Eve varınca mı ertesi gün mü, yüce Mevla’m sana bin şükürler olsun, bizim ortopedist bir akraba var oraya gittik. 10 (on) gün rapor verdiler bana. O kadar raporluydum ki, okula döndüğümde oturduğum sıra bile değişmişti, ilkokulda işler çok hızlı ilerler. Bir gün gitme, cumhuriyetin nasıl kurulduğunu öğrenemeden, halifelerle yaşarsın. Bu muhteşem on gün içinde akraba demesin mi, kontrole gel. Olduk mu maymun. Süründük mü yerlerde üç ayak. Yürümeyle 10 dakika uzaktaydı klinik de az süründüm. O günden beri yılanlığımla gurur duyarım. Geçmiş zaman, acaba üzülmüş müydüm öyle tıslayarak gittiğime kontrole. Elden ayaktan düşsünler, bak nasıl yürüterek götüreceğim sigortaya ben onları. Tüm bunlardan en korkuncunu çok tesirli hatırlarım ama, o kaldı içimde. Ev sahibi aradığında ve takdir edersiniz ki birikmiş kira borcunu tahsil etmek istediğinde, çocuğun ayağı kırıldı dediler. Ayağım kırılmış da çalışmaya pek gidememişler, e bir de masraf(!) olmuş, anlayışının taşaklarının gölgesine sığınmak isterlermiş pek muhterem beyefendinin. Dolaylı yoldan girdiğim ilk günah budur a dostlar. O günden beri sanırım çok umursamadım, günahı yalanı. Durduğun yerden dahi illa günaha giriyorsan, hesap kabarsa

da

fark

etmez

********************************************

Gidişi gelişinden bellidir her kötü olayın. Görmek istemezsen sen bilirsin. Her bulduğun yoncanın nasıl dört yapraklı olmayacağını biliyorsan, gördüğün her ite de tasma bağlamaya çalışma. Neyse ben ne diyecektim. Hah. İkindi vakti eve gitmem icap etti. Günlerden hafta içi bir gün, o kadarını hatırlamam. Kasten bir şişeyi tekmeledim. Eskiden olsa yolun kenarına, hatta belki çöpe atardım ama artık sokağa savuruyorum. Bu da onların sınavı. Gözü açık olmayan böyle böyle elenecek işte. Yamru yumru yürüyen yaşlı hastalar, dalgın ergenler, fakir aile babaları, asgari ücretin altında nafakaya çalışan kadınlar. Dört açın gözünüzü. Dünya tehlikelerle dolu. Biri de benim. Her an ayağınızın dibinde, kolaylıkla alınmış bir muzun kabuğu, efendime söyleyeyim, kırık yeşil soda şişeler, 56 saniye içinde içi doldurulmuş kondomlar ve niceleri çıkabilir. Ben bir keresinde caddede yürürken, kuşe kağıtlı bir derginin, 34. Sayfası yüzünden düşüyordum. Gökyüzüne bakan 34. Yüzünde kylie minogue var idi, ufak bir röportaj. Asfaltı öpen sayfada ise göz rengine göre makyaj tüyoları vardı. Özetlemem gerekirse – ki gerekmez- gök gözlü orospular için sonbahar yaprakları renkleri önerilmiş, o kadar bilginiz vardır sanıyorum. Yeşil gözlü iman bakışlılar için bebek pembesi gibi bir renk, sezen aksunun şarkısında geçen kurşuni renk ve bok sarısı vardı. Kahverengi gözlüler için epey tavsiye vardı, aşk ısırığı rengi, cart orta yaş koyu mavisi gibi mükemmel renkler. Makyajlı sayfayı yere düşünce okudum. 34. Sayfanın altımdan dünyayı kaydırması ile yere oturuverdim. Ama hemen kalkmadım. Yaygın bir hata olarak, düşünce hemen kalkmaya çalışır insanlar. Ben tasvip etmiyorum. Düşüldüğünde önce bir mevzuyu idrak etmek hasebiyle bir sigara yakmak gerekir. Bir durup sorgulamak, yerin dibinden dünyaya bakmak, etekli karıların etek altına gizlice pusu kurmak, güzel ayakkabılı abilere çaktırmadan tükürmek gerekir. Sorgulama esnasında akıldan şu elzem sorular çıkmamalıdır; neden ben düştüm, nasıl bu vaziyete geldim, ben düşerken yükseklerden uçurumlara elimden kim tuttu, o sırada zabıtalar görevini yapıyor muydu, popomun betona düştüğü saniye altının gramı kaç paraydı gibi gibi.

Sen bilir misin ki kaç insan yeri boyladı bu taş kürede, kaç kişi düştü, kalktı, yine düştü de yine de iflah olmaz bir serseri olmaktan vazgeçmedi. Her düştüğünde daha ırz düşmanı dineldi ayağa. O sebepledir ki, düştüysen düştüğünü kabul edeceksin. Ayağını kaydıran elementleri tek tek irdeleyeceksin ve kalktığında asla düşene yardım etmeyeceksin, herkes kendinden mesuldür. Bu böyledir. İz yapmış pantolunun dizlerindeki tozu silerken etrafına iyice bak ki, kim alay ediyor seninle. Ben ne ara yine dipten bahsetmeye başladım?

Neyse girdik sokağa. Bulduk evi. Çaldık dış kapının otomatını. Olmadı mı açan. Hayda. Çakma feminist temizlikçi karı niçin açmadı kapıyı. Arada tutukluk oluyor, çalışmıyor zil. Neyse bakalım, anahtarı bulalım. Kapıyı açalım, çıkalım 43 merdiven, hop sağa, bizim evin kapısı. Tek başıma yaşadığımın muhteşem evimin kapısıdır bu dostlar, bu evdir ki benim hem mahzenim hem sığınağım hem can yoldaşım. Misafir sevmem, seveni de sevmem. Çakma anarşist feminist temizlikçi karı dışında giren çıkan olmaz. Eve hanım arkadaş da getirmem pek, birine borçlu kalmayı hiç sevmem çünkü. İllaki bir iyilik göreceksem, karşılığında en azından 6 aylık kömür masrafı, ne bileyim birer çuval patates soğan ya da ne bileyim şık bir akşam yemeği (sanki şık olmayınca yemiyoruz. Smart casual akşam yemeği) ikram etmek isterim. Ben bu hayatta kimseye gebe kalmayı sevmem. Bir iyilik sıçıyorsanız üstüme, ben size yağmur gibi işerim. Minnet duygusu kadar nefret ettiğim çok az şey vardır, ilk beşime girer.

Bizim bu ulusalcı ama hümanizme de sıcak bakan yavşak feminist temizlikçi karı, didişir durur benimle. Vay efendim insan değilmişim de o olmasa bana kimse hizmet etmezmiş de ne pis dilim varmış da. Külliyen iftira. Ben günde üç kez dilimi fırçalarım, yanımda da minik diş macunumu taşırım. Bu ülkedeki kadın sorununun neden bitmediğinin bir timsali olup carlayıp duran hal böyle olunca da haklıyken haksız durumu düşen aktivist yosma, ona nasıl hitap edeceğim konusunda sürekli bir şeyler geveliyor. O gün evde olmayacaksam zarfla parasını bırakıyorum bazen. Kendine bir zarf harcamam yeterince yüceltmiyorsa demek, üstüne yazdıklarıma takılıyor. Gündelikçiye ya da temizlikçiye yazıp bırakıyorum girişteki ayakkabılığın oraya. Hani olur da insanlık hali, eve hırsız girerse, emekçi bacısının parasına göz dikmesin. Var böyle tipler. Ahlaksız ama kendine kadar. Yin Yang bağırıyor götünde. Her yol var. Neymiş adını yazsam yeterliymiş.

-hizmetçi demek de temizlikçi demek de nahoş üsluplardır bey, bilesin. O kadar mürekkep yalamışlığın var ama insanlarla konuşurken akrep gibi sokuveriyorsun.

-ben sen kimliksizleşmekten kurtarıyorum Hasibe. Herkes en az bir işe yaramalı bu hayatta. Senin payına düşen de siyasi okumalarını yapmış ama yanlış anlamış kafası karışık bir temizlikçi olmak. Sana Hasibe desem, kaç tane Hasibe arasında kaynar gidersin. Sen boş ver bize verilen soy isimlerini, kafa kâğıdı seri nolarını falan. Bunlar seni ötekilerden ayırmaz, aksine kaybolursun. Seni sen yapan yaptığın iş. O da ney, gündelik. Türkçede çi-çı-çu-çü isimden meslek yapan ya da öyle bir şey yapım eki gelince n’olur. Gündelikçi. Sen bir gündelikçisin Hasibe.

-Allah seni bildiği gibi yapacakken kapının önünde unutsun inşallah!

Girdik eve. Ben, keyfim ve kahyası. İçeride belli belirsiz sesler var. Hassas bünyesine klorakla iş yapmak ağır geldi de yığıldı kaldı herhâlde. Valla öyleyle kapıyı gerisin geri kapatır giderim. Acil kokusu üstüme sinince çok rahatsız oluyorum. Lan yoksa uyudu mu. Yoksa… yine girdi benim çalışma odasına. Yine. Daldı gitti tabi… okuyor benim kitapları. Birkaç kez böyle suçüstü yakaladım. Kitap-üstü. Baktım ki karı kitap okuyor. Senin evinde kitap olup olmaması beni enterese etmez bacım, bu hane gündelikçilere fırsat eşitliği sağlayan bir hane değildir. Bu hanede barbarlık, vahşet, aşağılama, hiyerarşi ve bilumum şu an aklıma gelmeyen kötü şey vardır. Hele bir yakalayayım çalışma odasında seni… kitaplarımı okurken… daha ben bile okumadım çoğunu, güzel gözüksün diye koyduk bir şeyler. Böyle olmayacak, hızlanıp çıtank diye açayım şu odanın kapısını.

Aboovvvvvvv. Allah seni kahretsin Hasibe. Allah seni ya kahhar adıyla şu an kahretsin ama küllerini pencereden savursun Hasibe.

Kapıyı bir açtım ki, fahiş fiyatla satın aldığım ve basmaya kıyamadığım halımın üstünde bir küllük, küllüğün kenarında iki yanan sigara, sigaranın dumanının geldiği yerde benim orospu Hasibe’yle, genç bir oğlan. Ete yapışan baksır giymiş, soluk yeşil. Zaten incelememe imkân veren tek kıyafeti bu şu an için.

-Ne yaptığınızı sormak istemiyorum ama ne yapıyorsunuz yoldaşlar?

-Çık da giyinelim gelelim bey.

-Yoo hiç rahatsız olmayın, ben de donumu indirip geliyorum

-Arkadaş tamam, müsaade et giyinip geleyim

-Sen sus zıpçıktı hergele

-Aaa ama artık bey

-Kapat şu verimsiz memelerini Hasibe, rahatsız oluyorum.

3 giyinik insan oturduk salona. Atletik atletsiz delikanlı, bizim karının dernekten arkadaşıymış. Yani en azından dışarıda arkadaş gibi takılıyorlar. Bu ‘İki Ayak Üstünde Yürüyebilenler Derneği’ isimli oluşum sayesinde örgütlenme ayağına fanfinfon eden tiplerle, nadiren bir amaca hizmet eden minnoşlar buluşmuş. Bizim evde de ‘ne yapmalı’ diye düşünüp dururken, halımın üstüne bir haz manifestosu zerk etmeye karar vermişler. Hasibe bu bokları evde yiyemeyeceği için, iç güveysi metresini çalışma odama atmış. Hay bin gündelikçi.

-Ulan Hasibe. Emek emek dediğin bu muydu Hasibe. Evimin ortasında halvete girmek onurlu bir direnişçiye yakıştı mı Hasibe. Kız ben şimdi senin babalığını aramaz mıyım?

Evine iki bitişik binada olunca, uzun zamandır sokaktaki bütün tersaneler ve haneler de cevval bacılar tarafından kapılınca (sarı bez lobisi), Hasibe bana mecbur geliyor. Meğer tek geldiği ben değilmişim… Sana harcadığım zarflar rulo olup sana Hasibe.

Bu bahsi burada kapatmaya karar verdim. Hasibe’ye, oğlanı evden göndermesini ve bilhassa çalışma odamı güzelce temizlemesini emrettim. Mükemmel evimin kapısını kapadım, sayısını bildiğiniz merdivenleri tek tek indim, dış kapıyı arkamdan nazikçe kapadım ve bu sefer sokağın bilmediğim tarafından yürümeye başladım.

Belki de bendim hayattan zerre keyif almayan tek insan. Ne sert bir geçiş oldu ama. Alışacaksınız zihnimin hızına. İnsanlar acılar içinde yüzdüğümüz şu bok çukurunda bile bir dal bulup mutluluğun resmini eşeliyor yanı başına. Yoo yooo… bu kadar kolay bir şey değil. Olmamalı. Onca prensibimi ve terler dökerek inşa ettiğim karakterimi bir çırpıda, iki üç ılık götlü umutlu insan yüzünden terk edemezdim. Böylesi basit bir kırılma, ucuz romanlarda bile en aşağı 60 sayfa mücadeleyle sürerdi. Maskelerim, doğduğum kişi, olduğum kişi, şu an içinde bulunduğum eşik, kanıma karışan bu mikropla kendimi sahile attım. Sonra dedim ki kendime, olum, sen bunalınca sahile gidip uzun uzun tuzlu suya bakacak adamı mısın, kalk git bir kahveciye. Git orada kivi çayı iste, yok dediler diye arıza çıkar bak dalgana. Dalga, haha, herkesin var bir dalgası. Deniz kenarı senin neyine. Oralar masumluğunu güncel tutmak isteyenlerin meskeni. Ne yapmalı ne yapmalı… ah ulan ah… yapışkanlığın alfabesi… seni zilli seni. Çalışma odamın ve özel mülkiyetin kökeni… Benim yapacak işlerim, kandıracak müşterilerim, kanacak kurbanlarım var. Hayatımın amacını sorgulayacak falan vaktim de yok beynim de. Neden insanlar masum, farkındalıklı halleriyle beni manipüle ediyorlar. Ben bu yolun yolcusuyum. Yoksa değil miyim?

Hadi bu da bana gelsin, bir kere de ben içimi safça dökeyim;

Bana ne yakışmadı böyle

bir gözle hemrenk olmak

Güzel gülüşlerle hemhal olup

Köşeyi dönünce dostlarla karşılaşmak

Koskoca sokakta ellerimi koyacak yer yok

Sığmıyor, sığmıyor parmaklarım

Kendimi nereye koyacağımı bulamıyorum

Kendimi

Nereye koyduğumu

Hatırlamıyorum

Bakın, ben aslında

Aslında ben

Öyle güzel şeyler yazarım ki

Aklınıza anneniz gelir

Ne ara kafesin kapısı açık kaldı

Gitti göğsümden iyilik melaikeleri

 

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”2″][/geo_headline]

Uyandığıma pişman oldum. Herkesin penceresi sabaha uyanır, benimki sarmaşıklara. Üzerine epey düşündükleri bir peyzajımız var apartmanca. Sarmaşık asma yapraklar uzanıyor, dördüncü kattan girişteki eve kadar. Perdeleri hiç kapatmam, belki almaya gelirler beni. Sabahlarıyla bu sıçan sarmaşıkları yüzünden güzelim güneş bebeksi tenimi ısıramıyor. Birkaç apartman toplantısında bu sarmaşıkların beni bir gün camdan girip boğacak kadar anksiyetemi depreştirdiğini ilettim muhterem kat maliklerine ve kiracılara. Mümkünü yok yerinden oynayamazmış hem zarar görürmüş hem de estetik görüntüsüne zeval gelirmiş. Ulan ben Mustafa Kemal Paşa mıyım, ziyan olursa olsun. İnceldiği yerden kopsun sarmaşık. Türkiye Türkçesi ile sarmaş- kelimesinden türeyen bu rezalet sözcük, –uk ekiyle münasebete girerek sarmaşık kelimesini peydah eder. Ah seni üzüm çıbığına iplik gibi tolaşan 

sarmaşuk.

Bağırsak zekânız yüksekse aklınıza sar kökünden sarma kelimesi, anneciğinizin yumuk ellerinden ağzınıza doğru hareket edecektir. Libidonuz enflasyonla yarışıyorsa; sarmalamak, sarılmak gibi kelimeler düşleyip fantezi dünyanızın vıcık vıcık odalarında gezinebilirsiniz. Benim aklıma ilk gelen kelime, sargı. Bir şeyin sağlamlaştırılması için kullanılan elastik şerit. Kırılırsanız da sararlar, kanarsanız da, dağlanırsanız da. Sargı bazen bir şarkıyla gösterir kendini, bazen en acımasız şiirlerle. Yar okşar, sargılı yeri, kendi yarasını nakşetmeden önce. O gidince, yeni sargılar bir halta yaramaz. Babanın pantolon cebindedir küçükken, annenin koynunda hep seni bekler. Sargı öyle bir kelimedir ki, her damakta başka aroma bırakır. O yüzdendir ki, sarmaşıkları görür görmez irkilirim ve güne kötü başlarım. Bana sargıyı hatırlattığından ve benim hiç sargım olmadığından.

Yatağıma kahvaltı getirip romantik jestler yapan sen olmamalıydın Hasibe. Tık tık kapıyı çalıyor, az daha içeri buyur etmezsem sakar elleriyle tepsiyi kapımın önüne düşürecek.

-Geeeeeeeaaaaaaaalllllllllll

-Sabah şerifleriniz hayrolsun bey

-Seni ilgilendirmez

-Şu kenara bırakıyorum tepsiyi

-Siktirrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr git

Yine de seviyordum bu sidikliyi. Akşam siz yokken oturup konuştuk biraz. Çocuk buna tutulmuş, bu da çocuğa boş değilmiş. Oğlan ailesiyle de tanıştırmak istiyormuş ama bizimki hem mesleği hem de yaşı yüzünden çekiniyormuş. Naparsan yap, yeter ki evime erkek atma Hasibe, dedim. Aslında o kadar da rahatsız olmamıştım. Belki de kıskançlık duydum, bu evde ilk kez aşkla birbirine baktı birileri diye. Bir kız vardı, ilk. Onu o kadar önemsememiştim de ikincisine çok üzülmüştüm. İlk kızla tanıştığımda 20 yaşındaydım. Kayda geçen ilk sevdiceğimdi. Kayda geçtiğiyle kaldı. Onla ilgili pek bir şey de kalmamış aklımda. Adı Sanaz’dı ve iyi bir kızdı. Bir keresinde ders notlarını alamamıştım da bizim fakültenin kırtasiyesine gelip, Amerikan Dili Edebiyatı, şiir inceleme dersi notlarının fotokopisini rica edecektim demiş. Bizim kırtasiyeci Farzin abi, parşömenlerin efendisi, kokulu silgilerin kahramanı, bizim manitayı bozmuş.

-Amerikan dili diye bir şey yoktur güzel evladım. Amerikan İngilizcesi vardır ama onu da eyaletlerin tümünde kullanılan lehçeler olarak düşünebilirsin. Zaten hep karıştırılıyor, Amerika bir kıta ve kıtanın içinde Birleşik Devletler var, esas oradan bahsediyoruz. Yani birine Amerika birine ABD dersen kafan karışmaz. Yani İngilizce ABD için resmi dil olmasa da yarı-resmi kabul gören ve en çok kullanılan dildir. Sanılanın aksine de Amer-, neyse ne istiyordun sen?

-ABD Edebiyatı ve Dili ders notu

-Ney?

-Şey, şiir inceleme ders notları, Fahri Hoca?

-Ay tamam, şimdi anladım.

-Seni buralarda hiç görmedim, bir gördüğümü bir daha unutmam ben. Yeni misin?

-Aslında erkek arkadaşımın ders notlarını almaya geldim

-Ne sebeple?

-Onun bursu daha yatmamış da iki gün sonra da sınavı var bu dersten. Para verdim kabul etmedi. Doğrudan notları vereceğim.

-Hakkında hayırlısı kızım… Al buyur notları.

O zamanlar bu kadar huysuz değildim. İyi kötü anlaşıyorduk kızla da. Bir gün annemle babamın neden ayrıldığını sordu Cevap vermemek için terk ettim kızı. O yaşıma kadar ben bile kendimle konuşmamıştım bu konuyu. Gururlu çocuktum, dersi geçtikten sonra ders notlarını alıp kızın kapısına bıraktım, yanına da bir tadelle koydum. Zile basıp kaçtım. Bir daha da pek görmedim kızı civarda.

Bugün iki küçük sevimsiz işim var. Hangisinin daha sevimsiz olduğuna karar veremedim, buyurun bir de siz bakın. İlk iş düğün davetiyesi notu, evlenip masraf çıkardıkları yetmiyormuş gibi bir de davetiyeye not döşüyorlar. İyi madem, döşeyelim. Bu seferkiler kalburüstü ve tahsilli tipler. Bir kitap şeklinde olacak, açıldığında solda benim yazı, sağda düğünsel bilgiler. Kapakta tahmin edersiniz ki limon suratlı gelinle greyfurt kocası. Arka kapakta da qr kodu, gelinle damadın şarkısı. Aşka dair romantik, okuyanının içini ısıtacak genel minik bir yazı istiyoruz, dediler. Güzel şeyler yazacağım. Olmazsa da canım sağ olsun, benden daha zeki olacak halleri yok ya. Hadi bir deneyelim;

Hiç bilmeden, ayrı evlerde senelerce birbirimizden habersiz büyüdükten sonra; tanışıverdik. Kulağa ne garip gelir oysa değil mi durup düşününce. İki farklı insan, iki ayrı hayat. Farklı filmlerde ağladık, farklı bahçelerde oynarken dizimi kanattık. Birbirimizden habersiz, tekil hayaller kurduk ve bozduk. Şimdiyse birlikteyiz. Ellerimizi birleştiren hisler, hiç ayrılmayalım diye hep başımızda bir hare gibi dönsün dursun. Dünya da dönecekse, ikimizi hep aynı yere savursun.

Normalde hiç revize teklifi almam, alsam da kabul etmem. Sabit fikirliyim ve eleştiriden hoşlanmam. Ama bu çift eğer ufak değişiklikler talep ederse, bir bakabilirim. Sevdim salakları.

Öteki işe geçeceğim. Hırtın biri, ne bok yediyse artık, karısına bir şiir yazmamı istedi. Hem de akrostiş. 14 senelik evlilermiş de bir hoşluk yapmak istemiş.

-Nasıl bir şey tahayyül ettiniz, özellikle istediğiniz bir detay var mı? Duymak isterim.

-Yani şimdi bizim hanım kabak çiçeği dolmasını pek güzel yapar. Ev işi iyidir, tertiplidir. Beni ütüsüz hayatta işe göndermez. Her akşam bir çorbasını, iki kap yemeğini eksik etmez. Bütün pazarı dolaşır, en ucuz ve en güzel mal kimdeyse onu alır. Kilo kilo erzağı yüklenir gelir eve. Marketleri de takip eder, hangisinde hangi hafta hangi ürün daha ucuzsa onu alır. Son kullanma tarihlerine muhakkak bakar. Gözü biraz marazadır, gözlükleriyle iner çarşıya. Misafir ağırlamayı iyi becerir. İğne oyasını anamdan bile güzel işler. E dört de oğlan verdi bana, Allah başımızdan eksik etmesin.

-Bey efendiciğim, eşinizin eşiniz olmak dışında başka bir alameti farikası yok mudur?

-Af buyur?

-Herhangi bir nüans, karakteristik bir detay?

-Valla yok bizde öyle şeyler bulunmaz. Züccaciyeye yeni geldiyse bilmem, takip eder dükkanları. Misal geçen bir paspas almış, sopasını deliğine vurdun muydu kendi kendine dönüyor dönüyor dönüyor, sopanın ucundaki bezi kurutuyor dul avrat gibi.

-Siz nerede yetiştiniz?

-Doğma büyüme buralıyım

-Eşinizin aşıları tam mı bari?

-Bu Çin virüsü aşılarını tastamam yaptırdık. Küççüklüğünü bilmem.

-Saçı ne renk saçı?

-Koyu kahvedir, bursa kestanesi gibi

-Tamam, ben sizi bulacağım

-Bulmakla ne uğraşıyonuz ki, cebimi vereyim size, rahatça ararsınız.

-E zaten.

-Efendim?

-Selametle.

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”3″][/geo_headline]

Tek seferde USB bellekleri takabiliyorum. Gözlüklerimi kaplarına tek seferde düzgün koyar, kaparım ağzını. Elmanın kabuklarını tek seferde soyarım, anahtarı deliğe bir kerede sokarım. Ama huzurlu hissetmenin hafif esintisini hiç hissetmedim. Kısa kısa mutlu da oldum, sinirlendiğimde damarlarım belirginleşti. Utandığımda yanaklarım yandı. Kafamın içindekileri bir köşeye beş dakika emanet edip, huzurumla baş başa kalamadım. Kötü davrandığım herkesi, şu duvarın dibine çöküp nasıl üzüldüğümü göstersem, onlar bile üzülürler. İçimi dökmek isterken bile bin bir kural aklımı kurcalıyor. Neyi nasıl söyleyeceğimi sormak istemiyorum kimseye. İyi de neden sormak zorunda kalıyorum sürekli? Beynimin içindeki en karanlık odada, bir ahlak bekçisi, vicdanımı azarlıyor. Yükümü bunca zaman taşıyan tüm güzel ümitlerim, sorumluluklarımın ayağının dibinde. Dünyayı karşıma alıp kaç kez konuştum. Geceleri dedim, beni rahat bırak. Geceleri benim üstümden çekil. Kimse görmüyorken gece karanlığında odama gelme. Korkuyorum senden. Sarmaşıklara bile razıyım, sabah olsun artık.

Bir gün iyi bir gün kötüyüz sevgili dinleyen. Bir dakika. Metriks dolaştı. Sayın okurlar. Hah, evet bugün diğer günlerden bile kötü. Hiç işim yok ama çok işim yok. Eski diş fırçasını alıp bütün kirini temizlemek istiyorum peteklerin, ısınamıyorum. Ne kadar yıkansam da zift akıyor sanki fayansa. Belki duş başlığını bir güzel sirkeli suya yatırır… ardından sıcak suyla biraz…. Sonra da kendimi çamaşır suyuna yatırırım.

Annemin rahminde sıkışıp kalmışım, ciddi söylüyorum. Biraz zor doğmuşum. O zamandan beri, yani başlangıçtan bu yana hem zihnim dağınık hem duygularım. Herkes çok belirgin sözlerle belli eder ya kendini, ben içimden geçenleri ufak yüzdeliklere bölüyorum. Azıcık agresif, bir parça hüzünlü, ekseriyetle hepinizin ağzına sıçmak istiyor. Sorun varsa çözüm mutlaka vardır ama çelişkiler varsa bir halt çözülmez. İnanmıyorsan savaş ay beyi çağır. Müge anlıya bahset. (Yine evrenselleşemedim, yok muydu tüm dünyanın bildiği bir örnek) Hayatın matematiğini istediğin gibi eğip bükemezsin. Anamın ben içindeyken yediği dayakları görmezden gelmez yüce psikiyatri bilimi. Benim çektiklerimi anlamaya da sizin Türkçeniz yetmez.

Bugün de öldüm çok şükür. Şimdi ben günün devamında güzel şeyler olacağı ihtimaline nasıl tutunayım? Ellerim havada gerinirken esneyip, yavaşça yataktan kalkıp kahve suyu koymaya giderken, nasıl yaratana sövmeyeyim? Sizce günün ilk yedi dakikası zihnine bunlar yapışan biri, geriye kalan muhteşem günü neden yaşar? Ben de yaşamadım. Yaşadığım günler arasına girmesin, sayman meleklerim bugün için bir çentik atmasın diye yoklama defterime, yaşamadım. Ne esnedim ne kahve demledim ne de perdeleri açtım. Madem gece bana zulüm etmeyi seviyor, gündüzün aydınlığını da ben reddediyorum. Tüm övgüleri sil kafamdan aptal beyin. Dış müdahaleleri çek kopar bir anda. Onların ellerini çek, tırnaklarını sök. Sevdiğim herkesi bağışla. Sevmediklerimi bana yaptığın gibi görmezden gel. Eşitle bizi en azından acı çekerken tüm insanlarla. Bana bir tokat atanın üstünden dozerle geç. Yağmur yağacaksa, yıkasın yüzümdeki yalancı dokunuşları. Ben bir kere tövbe edeyim, sen üç kez affet.

Huzuru arayıp bulamamak aileden miras kalır. Bir gencin en güzel çeyizi, kirlenmemiş umutlarıdır. Kalamıyorum ki bir yerde, bakın, size çektiğim acıyı tarif ederken bile zihnim beş kilometre öteye savruluyor bir anda. Benim yerimde olsanız, bu kadar kırılgan ve ümitsizliğin kucağında, derdinizi anlatabilir misiniz beyaz bir ekrana. Yapamazsınız, yapabilseydiniz kesin bulur okurdum. Tarif edemediğin, istifra etmediğin her şey… neyse ne, herkes kendi yaşayıp öğrensin. Bana kimse anlatmadı. Kimse de zihnindekileri klasörlerden sırayla okuyup okuyup kaldırıyor gibi davranmasın. Kopuk zincirlerimi bir yerden sonra bilerek birbirine geçirmedim ben. Bırakalım dağınık kalsın.

                              *****************************************

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”4″][/geo_headline]

İkinci, sonuncu ve en önemli kızın adı Berin idi. Hiç bilmediğim garip bir vilayetten gelmişti bizim okula. Sadece yurtta kalmasına izin verilmiş. 6 kişilik odada kalırdı işte, bir de güzeldi falan. Ne bileyim. Alışmışsınız uzun uzun güzellemelere, saçları sırma mı boyu fidan mı burnu kemerli mi. Anlatmıyorum ulan. Beğenmeyen okumasın. Zaten aslolan ne hissettiğim değil mi? Ben ona bakarken ne gördüm, bir de o beni görürken aslında neye bakmak istedi? Ben baktığım her yerde onu görürken, o hangi sıvalı tavanları izledi gecelerce. Yaa… Siz kolay sanıyorsunuz aşık olmayı, sonra unutmayı, sonra hissizleşmeyi. Bu arada asla tekrar aşık olmayacağım gibi stereotiplere girmeyeceğim. Hatta öyle bi aşık olacağım ki, Prometheus ateşi yeni baştan getirecek. Bu kitaba denk gelir mi bilmem. Orası da sizin bahtınıza. Neyse, dönüyorum öbür tarafa.

Bugün neşeli olacağım. Gözleri aşka gülen taze söğüt dalları gibi. Yeni keşfettiği müzik grubunu henüz herkes keşfetmediği için mutlu olan biri gibi. Adeta kelebekler gibi uçup, arı gibi konup, çiçek gibi arıya cilve yapacağım.

Benim hafızama güvenmeyin. Bugün dediğimi yarın unutuyorum. Eğer bir gün kendimle çelişirsem, bilimi seçin. Hahaha. Kafası karışmış deyin, zihninin dağınık dehlizlerini göstermek istiyor ki en doğal hakkı deyin. Onun için de kolay değil deyin. Sonra bir öpücük kondurun sayfalara, uçuk şeftali rengi bir rujla. Tamam tamam giriyorum konuya…

Bugün bir akademisyene daha yardım edeceğiz. İşlerini yetiştirememiş, lisans tezinin İngilizceden Türkçeye çevrilmesi icap etmiş, fakültede çocuklara gösterecekmiş derste, dışardayken yazmış kaç sene evvel. Güzel iş, ne dersiniz? Helal para. Sıfır yalan (dur o kadar emin olmayalım), en azından kendimizi bugün ilme adayacağız.

(Buraya mesude fertin gerçek hayatındaki lisans tezinden kesitler gelecek)

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”5″][/geo_headline]

Hayat, sen planlar yaparken birilerinin ölmesidir. Ölürken haber de vermezler. Hazırlıksız yakalandım. Duygusal olarak da tabi hazır değildim ama ütülü hiçbir şeyim kalmamış, Hasibe yıllık izinde. (Merak etmeyin boğup rakı içmeye gitmedim) ben de apar topar bir şeyler giyip indim aşağı. Ha, size söylemeyi unuttum tabi, komşum öldü. Acaba böyle mi ilerlesek sayın dinleyen aman şey okur. Bir pasajda ölmek üzerine konuşurken, ötekinde intiharı ele alırız. Gerçi sıralama yanlış oldu, şimdi bizi okuduktan sonra biri kazara ayağı takılır düşer, bizden bilirler. Biz kimdi, unuttunuz dimi, siz de az unutkan değilsiniz.

Ben, keyfim ve kahyası.

Fark ettiniz mi bilmem, pasajları bir olumlu bir olumsuz ilerletiyorum. Bazen bir olay, bazen üslupla, bazen sadece kötü yazmaya gayret ederek belki. Haha. Hal böyle olunca da tahterevallide gibiyiz sizinle. Zihnimin içi de böyledir. İner çıkar, kalkar düşer ama asla dengede durmaz, kafamın içindeki iki kutbu temsil eden cisimler. Biri ayağını toprağa koyduğu an, öteki zirveye oynamak zorunda. Diğeri yerlerde sürünürken, öteki hep gökyüzünü yalamak. Bazen istiyorum ki, ikisi de aynı anda süzülsünler havada. Ellerini dengede kalmak için açsınlar iki yana. Ayaklar 5 kez havada asılı. Şey derler ya ne yerdeyim ne gökte. O güzel bir şey aslında. Siyah ya da beyaz değil ama gri.

Komşunun evine inmiş buldum kendimi, hızlıca hazırlandıktan sonra. Oraları da betimlemeyeceğim. Donumu götüme nasıl geçirdiğim sadece beni ilgilendirir. Neyse. Bugün bari sinirlendirmeyin, cenazemiz var. Neyse neyse. Ben herkese bir merhaba-başımız sağ olsun karışımı bir gülümseme vereyim. Tammaaam, şimdi otur boş bulduğun yere. Çok yakın bir ahbabı değildin, hizmet etmen icap etmez. Annengilde de öyleydi ya unuttun mu, kaç kere gittin ölü evine, adap öğrendin. Yol yordam öğrendin. Çay tepsisi yürüyor sana doğru, galiba bir bardak çay da sana verecekler, şu senden on dakika evvel gelenlerle beraber. İnşallah dökmem ya lan. Şimdi iş çıkar birsürü, emanet ev zaten. Ev mi emanet. Allahım yarabbim. Hadi teşekkür et çay için. Ağzını şıpırdatma ama insanlar zaten acılı, bir de senin ağız şapırdatmanı mı dinleyecekler. Hadi be olum yaparsın, ilk defa çay içmiyorsun ya. Sen ne çaylar içtin ne ince belli bardaklarla ne kulplar tuttun, kaç demlik bitirdin de sağ çıktın. Yine sağ çıkacaksın. Gerilecek bir şey yok. Bu senin ne ilk cenazen ne yabancılarla ilk karşılaşışın ne de ilk çay içişin. Çayını içeceksin efendi gibi, biraz kafa sallayacaksın, ‘ya ya, her ölüm anidir, bir şeyi de yoktu ama mukadderat ‘gibi laflar edeceksin gerekirse, var mı yapabileceğim bir şey demeyi eksik etmeyeceksin. Sonra evli evine köylü köyüne. Naaş gasilhaneye. Onlarla konuşmak zorunda kalırsan böyle saçmalamak yok. Sana şu an saçmalamayı ve küfür etmeyi yasaklıyorum. Ne zaman ki kendi hanenin kapısından girer, ayakkabılarını çıkarırsın, istediğini söyle. Burası cenaze evi ve ciddi bir yer. Ha şöyle, bak çayı yarıladın bile. Yarasın.

Ama biz bunu konuşmamıştık sevgili kendim. Şimdi sıçtık! Kocaman, kenarları düz, beyaz bir tabak. İçi, her gelenin getirdiği gıdalarla konuşlanmış. Yürüyen tabağın elinde bir servis peçetesi ve çatal bıçak ikilisi var. Arkadan başka bir patırtı, bir sehpa önüme doğu yürüdü yürüdü, park etti. Ardından peçete kondu, üzerine demir yiyecek gereçleri ve müteakiben tabak. Ben almasaydım, başka bir gelene ikram ederdiniz, ziyade olsun desem de ‘merhumenin ruhuna âdettendir, sevaptır hipotezi ile püskürtüldüm. Çare yok, madem herkes mutlu olacak, kurban edeceğim kendimi, yiyeceğim bu tabaktakilerden biraz. Yuvarlak tabağın 4 ve 5 yönüne, bir dilim kıymalı su böreği konmuş. Onun hemen üstünde bir dilim fıstıklı baklava. Bu ara antep fıstıkları için de epey tevatür var ya, yiyelim bakalım. Zehirlenirsek de icabına uygun yerde zehirlendik deriz. Kıymalı su böreğinin karşı çarprazına, saat 8 ile 11 yönü arasına birtakım unlu mamüller yerleştirilmiş gerek tatlı gerek tuzlu. Susam kaplı olan tuzlu kuru pastayı çok sevsem de akabinde yediğim zerdeçallı kurabiyeyi az daha sehbamın üzerindeki temiz peçeteye bırakıverecektim. Ama çıkmıştım bu yola bir kere, dönüş yoktu. Bu tabaktakilerden biraz yiyecek, kalan iki fiske çayla, son dokunuşu yapacak, ağzımın kenarını asilzadeler gibi kibarca silip, vazifemde muzaffer olacaktım. Her şey bir yere kadar iyi gitti. Tıkınmayı bitirdiğimi ima etmek için, az evvel ağzımı sildiğim peçeteyi, tabağın altına koydum. İçine atmak ayıp olurdu sanki. Ya da farketmez miydi? Tam tahmin ettiğim gibi. Tabağı almaya geldiler. Al bu şanlı tabağı, al ve kalabalık mutfak tezgahına koy yolcu. Onurlandır sonra da gelmiş geçmiş tüm yolcuları. Son durakta mükafatını alacaksın, bırak bu dünyalık işler amel defterini kabartsın.

Yalnız aklıma bir şey takıldı birdenbire. Şimdi bu karı kirli peçetemi eliyle ellemek zorunda kalacak ve belki de mütessir olacaktı. Belki de bütün günü serinkanla atlatmışken, benim bir kirli peçetem yüzünden süngüsü düşecek, beyaz bayrakla teslim olacaktı, ellerini havaya kaldırarak, avuçiçleri bana bakar vaziyette. Bunu ona yapmaya hakkım yoktu. Hele ki böyle bir günde. Göz açıp kapayıncaya kadar düşündüm ve bir karar verdim. Peçeteyi bir atiklikle tabağa koyacak ve günü kurtaracaktım. Herkes için. Kimsenin bu ahengi bozmasına izin vermeyecektim. Kendimin bile. Tabağı almaya uzanan el gülümseyerek yaklaşırken, peçeteyi kaptığım gibi elimde tortop yaptım. Tabak havadaydı artık, iyi hesap etmem gerekirdi. Geç kalmıştım işte. Galiba top potaya girmeyecekti. Derin bir nefes aldım ve kirli peçete topunu tabağa fırlattım nazikçe. Hasssiktir. Hasssssiktir. Peçete yere düştü. Allah seni peçete yapsın da Esenyurt terminalindeki helanın önüne düşürsün emi. Sana bir sümküren bir daha sümkürsün de iki yakan bir araya gelmesin.

-siz eğilmeyin yazar bey, ben alırım

-yok yok, ben hemen takdim edeyim size peçeteyi, siz elinizi kirletmeyin

-durun efendim, ben alacağı hemen, siz zahmet buyurmayın

-olur mu efendim, siz zaten yoruldunuz, ben alıyorum hemen

-ben servis yapmaya alışkınım efendim hiç tasalanmayın, alacağım şimdi

-ne münasebet!

-efendim?

-yani şunu demek istedim, sizin gibi kibar, hamarat ve son görevini titizlikle yerine getiren bir hanımefendi; yerlerden peçete toplamaya değiiiil, eller üstünde gezinmeye layıktır

-buyrun siz alın o halde. Pes ediyorum

-hah şöyle. Eee, teşekkür ediyorum, ruhuna değsin inşallah.

Bir zevzeklik daha edersem, kendim bizzat gidip merhumenin üzerine uzanacağım, toprak atılmadan evvel. Gömün beni. Yerli yersiz gömün. Maddi ve manevi olarak gömün. Gömün ki o peçeteyi yere düşüren ellerimin etleri çürüsün topraklarda. O da ne, benden on dakika önce gelenler kalkma hazırlığına girişti. E benim de mi gitmem gerekir artık? Çok mu oturdum acaba. Az oturmak da ayıp lakin çok oturmaya da hacet yok. Daha oturduğum yerin sıcaklığı gitmeden, birileri muhakkak gelecektir baş sağlığına. O yüzden çok rahatsızlık vermeden gitmeli. Bu erken gidenlerin acelesi varmış, özürlerini ilettiiler gerçi ama sen kalk, çok durmak yakışık almayacaktır.

-şöyle merhumenin helvasını da ikram edelim size, onun sevdiği gibi çam fıstığı de ekledim elimle

İşte bu gerçekten hiç hesapta yoktu. Dakikalardır her ayrıntıyı hesap edip hayatta kalmaya çalışan naçiz bedenim, helva atağına hazırlıksız yakalanmıştı. Yine bir peçete, bu sefer küçük bir tatlı çatalı vardı yanında. Küçük bir pasta tabağının içinde, fena görünmeyen bir helva. E ama keşke plastik kaplarda servis etselermiş, tonla bulaşık çıktı. Giden gelen de çok, birilerinin sürekli sarı yeşil sünger mesaisi yapması gerekecek. Teşekkür edip kibarca aldım tabağı, tek bir hata daha yapmadan terk edecektim bu evi sonsuza dek. Helvamı yiyip uslu uslu evime dönecektim. Tabağı altından tuttum narince. Nedense o kanalizasyonlara düşesice ağzımı açtım ve sonra içtim yüzüğümdeki zehri usulca;

-yaaa ben bir şey rica etsem, irmik helvasını ılıkken yemeyi daha çok seviyorum, migrodalgada şöyle bir 40-50 saniye döndürsen sana zahmet. Bir de varsa üzerine azıcık toz tarçın serpiştirir misin, kan şekerini dengeliyor hem de helvayla çok yakışıyor.

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”6″][/geo_headline]

Karanlık taraftayız bugün. İsterdim ki yetişkinlerin ellerinde kadehler, küçükler lolipop yalıyor, inadına her şeyin. Ergenler sigaraya başlıyor sokak aralarında. Bir kereden bir şey olmaz. Bir kere yaşadın mı öyle çok şey olur ki. İnanmayın bir kereden bir şey olmaz lafına. Bir kere âşık olursun, bir kere bi bok yersin, bir kerecik bir günaha karışırsın. Sonra böyle boş boş duvarlarda mana ararsın. Allahım. Bir çıkış yolu. Duvarların pütürlükleri bana demeye çalışıyor, küçük ayı mı o? Allahım, sema gibi burası, yoksa beni mi çağırıyorsun? Banyodaki asılı fayanslardaki yüzler kim, beni almaya gelecek melekler mi… Yoksa inşaat sektörü arasında bir nükte mi. O yüzü görürsen, inş-aat tarikatına girebilirsin. Ama tarif etmen gerek. Tıpkı bizim reçetedeki gibi. Kir tutmaması için beyaz lavabo ile alafranga tuvalet. Ben alaturka tuvalete sıçarken daha mutluydum. Batı beni çok bozdu. Ben bu yakanın serserisiyim.

Zihnimi toplamam lazım. Hahah, beynimin arama motorunda en sık karşılaşılan cümle. Bunu mu demek istediniz ‘git bir bokla uğraş artık’

‘Hadi bir çay koy da içelim’

‘Şu en sevdiğin filmi baştan izlesene’

‘At kendini allaha en yakın binadan’

‘Kimseyle konuşmadın epeydir’

‘Sen bir zavallısın’

‘Ve en kötüsü de bunun farkındasın’

Basit şeyler düşünelim. Akrabalar mesela. Annemin kız kardeşi teyzem oluyorken, erkek kardeşi dayıdır. Kardeşler evlenirse, kadınlar birbirine elti der. Çocuğumun evleneceği gerizekalının, gerizekalı ailesi dünür. Çok acıktım. Ocağı yak. Of hayır salak, gaz vanasını aç. Sonra ocağı aç. Koş hemen tencere getir, yanıyor boşa. Yarıdan fazla su doldur, içine azıcık tuz ve zeytinyağı. Bekle ki kaynasın. Sen o sırada makarnayı getir. Aç erzak dolabını. Hangi makarnalardan yemek istersin bugün, hadi şımart kendini. En güzelini seç. Biraz fiyonk var, olmaz. O, bunu çok severdi. Sikime bile sürmem. Neden hala burdaysa zaten, hemen çöpe atmalıyım. Burgu makarna… hmm… yurtta ne çok yerdik, heralde çuvalla geliyordu ve bir türlü bitmiyordu. Şeytan bizim yurdu burgu makarnayla sınardı adeta. Küfrü biz burgu makarna kaşıklarken ilerlettik. Yemiyorum seni burgu makarna. Hasibe almış bunu kesin, öğle molası verince markete inip birkaç bir şey alıp pişiriyor yiyor. Bin kere söyledim, mesai saatleri içinde bur evde istediğini her şeyi yiyebilirsin (solcu oğlanlar hariç demeyı unutmuşum) , her bulduğun yere oturabilirsin ve her pencereden aşağı kusabilirsin. Eyvallah, geçimsiz biriyim ama seni de aç bırakmam evimde hasibe. Bakmayın, kız kardeşim gibi sevdim zamanla. Ama yüz vermiyorum çok. Kalbimi kırma cüretini vermek istemem.

Bakalım başka ne makarna kalmış zıkkım dolapta. Sizin için yeni paragraflar açıyorum, daha rahat okuyun diye. Daha rahat anlayın beni diye. Anlaşılmak istediğimi için değil, sizin merhametinize kalmadım, okunaklı olsun işte ne bileyim. Benim zihnim çok dağınık, paragraflar görünce hemen bi gülme alır içimi. Rahat okuyacağım diye sevinirim. Hele ki noktalama işaretleri, bayram çocuğu gibi mutlu olurum. Fakat bazen o kadar anlatmaktan kaçarım ki kendimi ve o kadar anlatmak zorunda olurum ki kendimi; her şeyi en ilkel haliyle aktarırırm. Birinci elden. Fabrikadan halka. İşte o zamanlarda bile, lütfen birazcık gayret gösterin, anlayın söylediklerimi.

Yeni paragraf yeni makarna. Bakalım başımıza ne işler gelecek. Iyyyyy, çubuk makarna. Yemesi ayrı zor pişirmesi ayrı eziyet. Geçen ben almıştım bunu, film izlerken gördüydüm de canım çektiydi. Napoliten soslu spagetti. Bir çorba kaşığı koyacağım yerde iki çorba kaşığı koymuşum salçayı. Hem de domates salçası yerine biber salçası koymuşum. Çok acı olmuştu, yemedim. Aslında yesem yerdim, ne bileyim biraz mayonez sıkardım, belki azıcık yoğurt katardım. Ama yerdim. Siz şimdi yiyemedi sandınız ama öyle değil. İstesem yerdim. Yiyemedim değil yemedim. Bu napoliten sostaki napoliten, napoliye özgü demek. Napoli usulü. Napoli nerede ki diyeni, müjde arın yol sorduğu adamlara yönlendirmekten hiç çekinmem. Aç bak, o kadar da değil. Eski Yunanca neápolis νεάπολις “yeni kent” kelimesinden geliyor. Güzel. Napoliten çikolata. Napoliten dondurması… napoliten akoru. Napoliten pornosu. Al topuklu beyaz Napoli kızları. Ayyyyyyyy! Taştı makarna suyu! Çok koymuşum suyu demek ki. Bilmem. Unuttum. En iyisi makarna yapmamak. Zaten her makarna başka galaksileri çağrıştırdı resmen. İnsan aklı değil, çağrışım ve travma çağırma bakanlığı. Bunu mu demek istemiştiniz ‘dışardan sağlıklı gıda sipariş etme’. Hah. Aynen. Kapatıyorum bu bahsi ve bu ocağı. Çin tuzuna susadım, aylardır değişmeyen yağda kızaran bi kenarı yeşermiş patateslere aşerdim. Çamaşır suyunda kokusunu aldıkları bozuk tavuklara hasretim. Layığım da bu zaten.

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”7″][/geo_headline]

Merhumenin evine biri taşınıyor. Pencereden izliyorum, mecmua gibiler. Ameleler ay özür taşıma görevlileri, bilmediğim ama kulağımı da çok tırmalamayan bir dilde, birbirlerine bağırıyorlar. Asansörlü zımbırtıdan yok, o sevdiğim. Bir keresinde gelin bile indirdiklerini görmüştüm. Ay ne acayip şey. Gelin binmiş damatla asansörlü eşya taşıma şeyine (bunun daha kısa bi adı yok mu lan), iniyorlar alkışlar eşliğinde. Ne hoştu ama. Apartman kapısından çıkarak herkes evlenir, maharet değişik evlenmekte. Mesela benim bir abim var, yengeyi almış bir pozlar kesmiş görseniz. Ellerinde tombul efeslerle gülümsüyorlardı. Dedim ki, inşallah ben de böyle havalı birisi olurum. Dur yav, kurgudaydık, siktir et olum kendini şimdi. Asansör diyorduk. Hah. Bir keresinde de ne gördüm biliyo musunuz, yatalak kadın indiriyorlardı bununla. Apartmanın içindeki asansör bozulmuş, kadının acilen acile gitmesi gerekince. Bildiğin asansör gelmiş, çekyat gibi indirmiş kadını. Kadın bağırıyor feryat figan, kayıp düşeceğim korkusuyla. Neyse ki acilen acile gidebilmiş de şifasını bulup gelmiş. Hop, asansöre tekrar koymuşlar teyzeyi çuval gibi. Kadın teyze balgamlarını saça saça öğürüyor, iki eliyle tutmuş demirlerini zımbırtının. Valla teyze zamanında enişteyi böyle avuçlamamıştır. Neyse, acaba yardım mı etsem. Biraz hareket etmiş olurum. İneyim aşağı hadi madem. Hadi madem hadi. İnsana sevap da lazım. Gerçi o daireye bir daha girmek istemiyordum ya, demek ki gireceğim varmış. Ayakkabıları giy, giymeye çalışırken topuğunu soka soka ayakkabının ebesini sik. Telefonunla anahtarı da aynı göt cebine koy ki, onlar da birbirinin defterini dürsün. Yine aşırı verimli bir gün oluyor. Gün dediğime bakmayın, saat 3 olmuş.

Hadi yine iyisiniz, yaptık paragraf başı. İndim, bey abilere ince bir selam verdim. Holoolollloov bir şeyler konuşurken sustular. Selamıma selam verdiler. Dedim hazır boştayım, yardım edeyim dedim. Meğer kalbim de boşmuş.

Bir karı indi şahsi aracından tam önümüze, sanırsın Tina mahalleye giriş yapıyor. Ben normalde böyle ilk görüşte iş atmam kimseye. Biraz tanışırım, sonra alışırım. Sonra severim ve marşlarla mevzuyu kapatırım. Ama bu karı hanfendi, bilinçaltımın hangi labirentini gıcıkladıysa, bir tuhaf oldum.

Merhaba dedi.

Merhaba, ferahlık esenlik anlamı taşırken; selam kelimesi selamet ve barışı getirir akla. Selam gayrıresmi durmakla beraber, merhaba da bir o kadar iş başlatan ve kıvrak bir kelimedir. İyi günler her yola gelir, yani başta da sonra da kullanabilirsin. Ama mesela ‘ne yaptın’ demek, samimiyet göstergesidir. Yani ben şimdi size ne yaptın o işleri desem, hayırdır dersiniz. Ama mesela kaynıma söylesem, hiç sakil durmaz. Ben lafı fazla uzatmadan, akşamüstü şerifleriniz hayrolsun demek isterim efendim.

-bir susar mısın?

-bittabi.

Normalde kadınlar anlayışlı olur, tolere eder, yalandan gülümser, idare eder. Bu ne be.

-hayırlı olsun demek isterdim ama, komşumuzun helvasını yeni kavurduk o dairede. Sirkeli suyla bir paklarsınız evi artık. See you.

Bir de yardım mı edeceğim. Çıktım geri evime. Sırf kıvırcık omuzlarına dökülen kalın telli bal köpüğü reni saçları var diye buzdolabını mı sırtlayacağım. Adeta cumhuriyetin ilk partisi gibi oklara benzeyen kirpikleri hatrına, bu kapıdan elinde ufak kırılacak kutusuyla geçerken, kapıyı tutup bekleyecek miyim? Dişlek sevimli yüzüne bakıp, yanık kumral tenine güneşler değmesin diye plastik kocaman perde poşetini sırtlayıp, gülümseyip, durun lütfen ben hallediyorum mu diyeceğim. Hiç sanmam. Senin evde unun, şekerin biter de fincanla gelirsin kapıma. Aşifte. Sanki ilk defa karı gördük. Bu apartmana iki geçimsiz fazla! İnşallah tez zamanda evlenir gidersin!

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”8″][/geo_headline]

Nasıl hissedeceğimi şaşırdım. Önümden sular akıyor, saçlarla beraber karışıyorlar daha genel bir şebekeye. Kendimden bir şeyler verdim yine. Ölü derilerimi keseledim, vücudumun iki gün 8 saatlik kokusunu, artık benimle yolları ayıran ve gitmeyi tercih eden saç tellerimi, yollarımı ayırmaya karar verdiğim genital kıllarımı ve ömrümden kıymetsiz 20 dakikamı ve yeni taşınan kızın heyecanlandırdığı libidomu. Suyun kaldırma kuvvetiyle. Sonra suyun temizleme hüneriyle. Her şeyi duşakabinin zeminindeki pis delikten akıttım. Bir teoman değiliz ki kasıklarımızdan oluk oluk piçler aksın. Biz bahsedince, hamamda yıkanan kaynana gibi oluyoruz. Biraz da soğuk suyla devam edelim. Sonra çıkalım ama. Sıkıldım duş almaktan.

Bornozumda minik minik papatyalar var biliyor musunuz? Mercimek boyunda, küçük küçük papatyalar. Bornozun kendisi, sıkmalık portakal turuncusu. Bugün erken uyandık çünkü alengirli işlere girişeceğiz.

Kim

Ben keyfim ve kahyası

Hah, aferin size.

Dalyarak bir müşteri beni ahbabına önermiş. Herif aradı, hollandadan müşterileri geliyormuş ama ortak lisanı kuracak biri lazımmış. İngiliççe konuşup gelenlerle, bizim herife tercüme edeceğim. Bayramlıklarımı giyeyim bari(!). Alain delon saçlarımın her bir dalgasına hayran hayran tarak geçirdim. Kuruyunca güzel olacağım. Soluk lila gömleğimi ve kotumu giyeyim. Fenomen olsam anket açardım. Ne giysem daha ciddi ve bilgili dururum acaba. Vişne çürüğü keten tişörtü giyeyim. Altına bej pantolon. Bir insan neden ne giyeceğini düşünür durur ve bu benim gibi bir adamın başına gelir. Sikerler. Düz beyaz bisikley yaka tişört, siyah pantolon gayet iyi. Saçlarımın dalgası yeter. Anladınız dimi, alain delon gibi kesimi ama biraz dalgalı ve hacimli hali. Hasibe bence bunları dolaba kaldırır. Hadi gidelim.

Umarım gelenler çok geveze değildir. Hiç çekemem.

Özetle, bunları gittik aldık havaalanından, kahvaltı edeceğimiz mekâna doğru yola çıktık. Yolda hâl hatır faslı o kadar sinirimizi bozdu ki, boğazıma parmağımı geçirip, hollandalıların daha gerzek olanının üzerine kusacaktım. Midemde de pek bir şey yok, dün akşam yeni taşınan karıya sinirlenip yediğim iki buçuk urfa dürüm, 3 büyük ayran dışında. Evet, sabah sıçmadım. Bu kadar erken kalkınca, götüm bana trip attı, sıçmadı. Bakalım ne yiyeceğiz. Hah, geldik sonunda, yavaşça inelim. Misafir önden yürüsün. Elimizle buyur edelim, buyurun siz önden geçin. Sonra biz girelim içeri. Oturalım bize ayrılan masaya. Oo masa da masa. Heheh. Bunlar da kıtlıktan çıkmış gibi sipariş veriyor, menüyü çevirdikçe. Senin neyine sucuklu menemen acaba. Kokacaklar leş gibi. Zaman ne hızlı geçiyor. Hah. Götür evladım tabakları, masayı da sil. Herkese benden bir çay, yeni taşınan karıya yok! Yüce mevlama şükürler olsun kalkacağız buradan, ofiste biraz toplantı yapıldıktan sonra, memleketi gezecekler. Toplantıda azıcık ayılırım ben de, zaten sonrasında yürümek iyi gelir. Ayrıca ben ne istesem o olacak bir yerde. Herkesin ipleri benim elimde. Müşteri ingilizce bilmiyor, müşterinin müşterisi Türkçe bilmiyor. Ortak nokta benim. Medeniyetlerin kesişim noktası, ipek yolu gibi ama daha ehemmiyetli, kültürlerin aracısıyım. Şimdi ben desem ki, hollandalılar pavyona gitmek istiyor, gideceğiz. Desem ki Hollandalılara, sizin müstakbel ortak, bize de buyursunlar, karım ve baldızım sizleri ağırlamaktan şeref duyacaklar, biz evde toplanacağız. Eve girdikten sonrasını bilmem tabi, herkesin kendi meşrebi.

Ne gülüp duruyor bunlar yüzüme ya. Anladık, memleketinizde bazı şeyler çok serbest, siz de çok huzurlusunuz. Muasır medeniyet seviyesinin amına koymuşsunuz. Kibarlık desen sizde, sarışın yavrular sizde. Akşam olsa da kurtulsam. Heh, burda da bir posta meşrubat gömeceğiz. Her yerde bir ikram. Midem ağzıma geldi artık, sabahtan beri bir şey yiyoruz. Ofise geçmeden baklava falan aldık, orada ikram ettiler birer dilim. Üstüme döktüm şurubunu. Hollandalılardan daha az gerzek olanı, gevrek gevrek gülüyor.

Sonunda ciddi bir şeylerin elçisi olabileceğim. Ajandamın bugünkü sayfasını açtım, gümüş muhteşem tükenmez kalemim ile gerekli ve mühim notlar alıyor gibi ajandaya şunları yazdım

Gündüzüm seninle, gecem seninle

Beyhude geçti ömrüm, derdin derdinle

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”9″][/geo_headline]

Neden bayılıyorsunuz sayfalarca diyaloglar okumaya? Zihniniz ne kadar dolu olursa olsun, gerçek şeyler okumak size neden sıkıcı ya da anlamsız geliyor? Ya da edebiyat, sizin günün, gecenin pisliğini boşaltabileceğiniz büzgülü bir çöp torbası mı? Ne kadar özgüvenlisiniz, herkes bambaşka bir dünya, diye atıp tutarken. Farklılıklarla yüzleşir yüzleşmez yadırgamanızın sebebini irdeleseniz daha çok yol alacaksınız. İsteyen istediği gibi kullanamasın yazdıklarımı diye, illa peygamber mi olmam gerekiyor… gerçi siz insanlar, kutsal kitapları bile kaç kez değiştirdiniz.

Siz değerli okuyan, sevgili danışan, muhterem müşteri, her girdiği ortamda bukalemun gibi biçim değiştiren garip kalabalık. Size neden kızgın olduğumu bile anlamayıp, bir konsol oyunu ile sınırlı istihkakını eriten kişi. Gerçekliğin her tonundan kaçarken, ucubelerle dans edenler. Kendi gibi olmayan her şeyden ya kaçan ya yadırgayan güzel kardeşlerim. Sıradanlığınızın sığlığında bir çakıl taşı bile yok, oysa benim denizlerim yosun dolu, acılarım koca kayalardan kumlara evrildi, gözyaşlarım balıkları yaşattı, küçük kız çocukları sahilime gelip kumdan kaleler yaptı, yıkılsa da üzülmedi, çünkü ben izin vermedim.

Sizin sahillerinize ellerimle en güzel deniz kabuklarını taşımak istedim. Kendi sahilimden. İzmaritleri, pet şişeleri, saç tokalarını bir kenara ayırdım; size suyumun en berrak yaşlarını getirdim. Yoğurt mayalar gibi, size kendi mayamı sundum bir parça. İçimdeki sevgi herkese yetsin diye, size en güzel dilimi ikram ettim. Çünkü dedim, sevmeye değer bir şey yoksa, içinden sevgi taşmasının bir anlamı yok. Sizi kendime benzetmeye geldim. Hiç değilse; mayam bozuk mu görmeye.

Bunu bloğumda paylaştım dün gece. Sabahına garip telefonlar aldım. Garip çünkü, ben zaten dengesizim. Benim duygularım hep lunapark oyuncakları gibi insanın kafasını döndürüyor. Ben yaklaşık bin senedir huysuz, aksi ama sevimli ama sevgiye muhtaç ama çaresizim. Bunlarla ilk kez yüzleşiyor gibi, her düştüğümde; canım noldu, denmesi kadar gülünç şey yoktur sanırım. Stabil binalarda, stabil masalarda, stabil hayatlarında yaşayan herkes kadar ben de yaşıyorum bu dünyada. Benim de parmak izlerim sıcak çay bardağında iz bırakıyor. Ben de karlar üzerinde yürürken, ayak izlerimi kazıyorum pudra şekeri gibi görünen yerlere. Beni de bir ana doğurdu, bir baba vesile oldu (genelde sadece vesile olurlar, bir bakıp çıkarlar), ben de bu evrenin bir parçasıyım. Ama suretimi yok ederseniz, hep beraber göğe bakıp tanrıyı var edemeyeceğiz. Her rengiyle sevmek insanları, her tonunu kabul etmek, artık derisinin sıva tutmadığını hoş görüp,

ona

bir zımpara kâğıdı

armağan etmek

bu kadar

zor mu geliyor…

-17 saat önce-

Öyle bir allahın lütfuyum ki, sinirim hemencecik yatışır. Gideyim de şu yeni komşu ablaya bir ikramlık götüreyim. Tavası tencerede nerede bilemez şimdi, aç kalmasın. Komşuluk vazifelerimi yerine getirmeliyim ki gece rahatça uyuyabileyim. Ne güzel de saçlarını toplamıştır bulduğu ilk lastikle şimdi, elinde bir makas kolileri açıyorken gençliği güzelliği soluyordur. Ayyy, belli etmemem gerekir heyecanlandığımı. Nasıl yapsak. Bir kadeh bir şey içsem, alkollü gitmek yakışık almaz. Canım mağarada mı yaşıyoruz, n’olacak sanki. Hadi bakalım, hiç değilse yarım bardak bir votka heyecanını bastırır. Bastırmazsa da kahrolsun.

Litrelik termosa sade filtre kahve yapıp koydum. Sade filtre kahve sevdiğini sadece tahmin ettim elbette. Ama hislerimde yanıldığımı sanmıyorum. Hem kadınlar, böyle cüretkâr tahminlere bayılırlar. Dibi düşecek kavanoz gibi, bakın görün. Yanına da valla ben ne yediysem o, koydum bir şeyler. Yemek seçen biriyse eğer, şimdiden yüzümü buruşturup tavrımı belli edeyim de, ona göre kendine çeki düzen versin. Damağını her yemeği tatmaya alıştırsın. Her şeyin tadını bilsin ki, yemek yapma sırası ona geldiğinde, sadece kendi zevkine göre yemekler pişirmesin. Mesela bir enginar seçmeyi bilsin pazarda. Dolmalık biberin dişi mi erkek mi olduğunu öğrensin, cinsiyetini atasın. Ağustos sonu beraber konserve yaparken, biber sevmediğini belirtip, menemenlik kavanozların canını sıkmasın. Bir de beni çok sevsin. Ama hemen değil. Çabuk olan şeylerden çok korkarım. Sindire sindire ezberlesin yüzümü.

Hadi gidelim.

Kapıyı çaldım. Terlik sürtünme sesini duydum, yerleşmemiş evde eko daha fazlaydı. Kapıyı açtı. Gülümsedim ve;

-iyi akşamlar rahatsız ediyorum. Apartmanda genelde yaşlılar ve öğrenciler var (gereksiz detay deyince de sen), yani ya yemek yapacak dermanları yok ya da malzemeleri. Ben de siz henüz yerleşmemişsinizdir diye. Şöyle takdim edeyim ben. Eğer kahve için süt isterseniz ısıtıp getirebilirim bir koşu. Her ihtimale karşı, şu poşetin içine biraz şeker koydum, mavi kapaklı saklama kabı. Var mıydı bir şeye ihtiyacınız?

-teşekkür ederim. Size kabalık etmiştim ama yine de bana iyi davranıyorsunuz. Altında bir sebep aramalı mıyım? Çapkınca gülümsedi.

-hayır, aramayınız. Yani henüz değil. Henüz derken, şartlar olgunlaşınca demek istedim. Efendim iyi akşamlar diliyorum.

-bayyy… (kıkırdamalar ve kapının kapatılışı)

İlk diyaloğumuza göre fazla iyi, ikincisine göre epey samimiydi. Sanırım apartmandaki tahterevalli kafalar ikiye çıktı. Benim deliliğimle baş edemez ama o da az değil. Var bir manyaklık gustosu. Güzel güzel. Hadi eve gidelim. Uyuyalım ki uyanalım. Uyanalım ki hayat bize güzelliklerden bir demet sunsun. Mutfağı kontrol edelim yatmadan. Asssssssssiiikkkktirrr. Asiktir asikkkkktir. Peçete ve çatal bıçak ayarlamıştım güzelce bir bez torbanın içine. Onu indirmeyi unutmuşum. Neyle yiyecek kız şimdi yemekleri? Henüz mutfak kolilerini açtığını sanmıyorum, beyaz eşyaların, dolapların kurulumu falan bir saat önce bitti. İneyim de verip geleyim vakitlice. Laf söz de olmasın. Daha ilk günden. Gerçi olursa olsun, böylece kimse ilişmez, yazar beyin görüştüğü kız derler. Hadi iniyoruz aşağı.

Merdivenleri sekerek indim, az daha düşüyordum. Düşsem ne gülerdiniz dimi. Mutluyum diye size bulaşmayacağımı sandıysanız, salaksınız. Her yere yetişirim ben. Hadi kapıyı bir çal bakalım yakışıklı, yeni tıraş losyonumun kokusunu mu önce alacak acaba kapıyı açar açmaz; yoksa parfümümden gelen alt nota tarçını mı? İlerleyen günlerde sorarız. Vaktimiz bol.

Kapı yavaşça açıldı. Utangaç tavırlarım sebebiyle başım eğikti. Dolayısıyla başımı yerden yukarı doğru yavaş yavaş kaldırdım, dizilerdeki ağır çekim sekanslar gibi. Parkelere basan bir çift tahmini 45 numara biçimsiz ayak. Kılları bahtım gibi kara esmer çarpık iki bacak. Yaklaşık bir metre üzerinde, slip bir don ve gereksiz detaylar. Göbeğinin üstünde Latin fontlarla bir dövme. Yukarıda, size göre sol memesinde koca bir kartal, ağzında bilmediğim bir yaratığı tutarken. Derken geniş omuzlar, damarları belirgin bir boyun ve tanıdık bir sima.

Alt çaprazda oturan öğrenci evindeki yakışıklı oğlan…

[geo_headline tag=”h5″ style=”bordered” type=”round” number=”10″][/geo_headline]

Başlamadan biten aşkıma veda etmek için biraz marul doğradım. Saçları gibi kıvır kıvır hacimli yaprakları elimde kökünden aynı hizada birleştirip! İnce ince acımadan kıydım. Sonrasında shakira nın la tortura klibindeki gibi soğan çıkarıp doğramaya başladım. Tabi shakira gibi tezgâha çıkıp, edep yerimin oraya tahta kesme tahtasını koymadım. Namusumla, haysiyetimle mermer görünümlü ahşap tezgâha yerleştirdim her şeyi. Radyomu da açtım. Soğanları doğramaya başladım. Kimse, klipteki gibi, gelip arkadan bana yaslamadı. Klibin sonuna doğru olduğu gibi, kendime siyah boyalar sürüp, yakın plan dans etmedim. Yastıklı şarkı çalıyordu, ezginin günlüğü. Onu dinlerken zaten soğana gerek yoktu, o yüzden iki kere aynı anda ağladım. Şarkıların ne kadar güzel olduğunu mutluyken fark etmezsiniz. Nerede doğranacak bir soğan, yanına katık edecek bir marul ve ekürüsi hıyar varsa; canı sıkılır insanın. İki kez üst üste ağlar. Ne sandınız, tarçınlı portakallı kek tarifi vereceğimi mi, çok beklersiniz.

Yemeği salona hazırladım. Saat kaç cidden bilmiyorum ve bilmek istemiyorum. Kapı çalıyor. Bana mektup gelmiş. Kısa ama etkili hicran yaram hasebiyle birkaç günhaftaay yer değiştirmek istiyordum. Sabah yola çıkacaktım. Zamanlaması iyi olan bu mektup arkadaşı okumak isterim, beni kazandın sayın mektup. Teşekkür ettim dimi postacıya. Neyse. Neyse neyse. Tamam. Yemeğini ye, bavulu topla, sonra okursun.

Bir kelebek gibi larvamdan çıkıp, en nadide zamanlarımı yaşamak için uzaklara gideceğim. Görüyorsunuz, sevdim sevilmedim. Beni sevenlere çok alışamadım. Sevdiklerim… bilmem, belki biraz dokunmuşumdur yüreklerine. Komşum öldü, uğurlamayı beceremedim. Aşklarımın arkasından yas tutamadım. En azından açıp iki satır yazabilirdim, veda edebilirdim. Kendime sakladım. Şimdi gideceğim buradan. Bu mevsimde güneşlenilir mi bilmiyorum. Ama ben yine de mayomu giyip güneşe yatacağım. Güneş yoksa da belediyenin ışıklı direklerinin önüne. Oralarda da salata yapacağım ama ne o hain gibi kenarları kartlaşmış marullar olacak, ne naçiz bedenime tercih edilen hıyarlar ne de ben gibi hem ağlayan hem ağlatan mosmor bir soğan. Roka alacağım kendime, daha yeşil, daha mağrur, daha keskin aromalı ince uzun roka dalları. Sonra, közlemek için mosmor kocaman patlıcanlar. Bir de yeşil soğan, daha fresh, daha lezzetli. Pehlivan yağlar gibi dökeceğim üstülerine zeytinyağını. Üzerine azıcık sumak, yarım limon. Sonra bakın benim keyfime. Bıktım sevmediğim her şeye katlanmaktan burada. O pis sarmaşık, o daireden çıkan gerçek ve sanal ölü iki kadın. Hasibe’nin altında ezildiğim iyiliği. Mahalle bakkalının aksayan ayağı. Enflasyon karşısında değerini kaybetmeyen tek şey şu karizmam ve onun ekonomi kadar değer görmeyen cazibesi. Yalanlar söylemelerine ortak olduğum müşteriler, artık kendi yalanlarını kendi uyduracak. Ben bıktım. Geleceğim geri tabi kafamı dinleyince ama bırakın da azıcık artislik yapalım. Allahım, neden erol evgin in peruğu gibi eğretiyim şu dünyaya?

Yemeğimi de yedimse, mektubu okuyup işe güce bakmalı. Üstündeki el yazısını tanıyor gibiyim ama çok da yabancı. Kaç kere söyledim, benim hafızamla kuyuya inilmez. Neyse, göreceğiz okurken kimmiş. Umarım birkaç günhaftaayseneyüzyıllık tatilimde tadımı kaçıracak bir şey yazmıyordur. Yoksa fena olur diyeyim.

Mektubu açmam 12 saniye, okumaya başlamakla bitirmek arasındaki zaman 79 saniye sürdü. Mektubu katladım, zarfa yerleştirdim. Küçük odadan çıkardığım tozlu valizi, yerine kaldırdım. Bir çay koydum.

Mektupta şöyle saçmalıklar var idi:

Kalbimin en nadide sansürlüsü

Her şeyi az çok anlatmayı becerdim, senin ne rezil olduğunu anlatmak için bu yeni defteri aldım, ama yapamıyorum. Seni anlatmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Omzunun hiç görmediğim yuvarlak köşesini hiç fark ettin mi? Pazılarının üstünde tek tük öbür tarafa dönen kumral tüyler. Ah, annem girdi çıktı odaya, seksi bedenini düşünürken. Nerede kalmıştık. Şu güzel bakımlı dirsekler? Ellerinin Ankara memuru sıkıcılığı, parmaklarını kullanırken seni hayal edişim ve şimdilik fantezilerime elveda.

Senden önce de çok doğup dirilmiştim ama senleyken doğduğumda yeryüzüne sert ama isabetli bir iniş gerçekleştirdim. Mazeretlerinle benimkiler bazen denk düştü, bazen seninkiler fazla Avrupai oldu. Gel gör ki ben bir Anadolu çomarıyım. Frankofon dil temaslarını, şehrin diğer kadınlarıyla tadarsın. Bana gelirsen, sana hiç bilmediğin şeylerle müsamere yapacağım. Gözlerin bakışlarında hem anne şefkati hem dilber işvesi vardır, benim gibi erken büyüyüp sonra küçülmek için kıçını yırtan kadınlarda. Sen de alırsan aramızdan eğer, benim sevip senin sevmediğin şeyleri. Ve benim ait olamadığım fakat senin kendini bulduğun o yerleri. Bir de şu, küstahlığını ihtiyacı olan birine bağışlayıp. Bir yoncanın iki yaprakla da ne kadar tılsımlı olacağını göstersek güzel ama yalnız ülkeye. Beraber bir pankart açsak, İskender gaydi ama taşaklarına beton yetiştiremezsiniz diye. Ama küçük insan toplulukları bu dünyanın özetidir minik yaprak parçası. Senle kurduğumuz küçük komünde de morla turuncu gibiydik. Yan yana kafiyeli duruyorduk ama palette senin rengin benimkiyle hiç anılmazdı. Doğuyla batıyı bile bu kadar mukayese etmediler, ben seni kendimle kaç kez karşılaştırdım. Kaç gece ateşkes ettik ama bir tek ben bildim. Zaten kaygan olan yollara tomalarla akreplerle gelip, gram ateşimi söndürmedin. Ben de şu yüksek semtte yaşamaya devam ettim. Pasif platonik direniş. Geldiğin yerde siyaset yoktu, güçlüler ve normaller vardı. Büyüdüğüm yerlerde ben anormalleri tasnif ederken mola verip bir sigara yakardım. O sigarayla da ötekini. Bizim oranın güçlülerinin bile, ağladığı en az iki türkü vardı.

Sen sağ şeritten giden efendi sürücü, ben kaldırımdan karıncaları eze eze yetişen motorlu dangalak kurye. Bize okulda hep öğrettiler, iki şeyi karşılaştırırken neler yapmamamız gerektiğini. Neler yapman gerektiğini bilmek hep daha kolaydır. Olmaması gerekenleri ya kendi rızanla öğrenirsin ya öğrenmek zorunda kalırsın. Normal şartlarda daha serseriyimdir de sen anla diye biraz sade yazıyorum. Sana hiç sen daha rahat anla diye kelimeleri, cümleleri özenle bağlamadılar, biliyorum. Yine senin kısa tarihine ilklerle geçtim. En arka sayfadayım ama olsun. Hemen üstümde birkaç kişinin doğum günü not edilmiş, alt köşede birkaç çirkini imza denemesi. Üzülme bebeğim, biz evlenirken senin imzanı da ben atarım. Nasıl olsa artık hep aynı kalemden yazılacağız.

Benim olmanın ne kadar güzel olduğunu fark edene kadar kendini çok yıpratmaman dileklerimle, narin yanaklarından ısırırım.

Hasretle ve sevgiyle

Deniz

Mesude Fert

Mesude Fert

Kullanıcı kendisi hakkında bir açıklama yazmamıştır.

31 Mart 2025 · 3 yorum İmaro’yu Asmışlar

[dropcap type=”letter”] M [/dropcap]akarna yapmaya geçmişim mutfağa; bol tuzlu, bol körili, kırık; kesinlikle yoğurtla. Ağzıma alırken dudaklarımla süzüyorum, acısı porselende kalsın, yoğurdu da yanında. Hava ayrı bir kasvetli bugün, İmaro’yu asmışlar. Balkona çıkmaya çekiniyorum, bir yerlerde tetikçiler var. Tabii gizlenen tetikçiler değil İmaro’yu asanlar. Özünde kötü çocuktu, okul bahçesine havuz yaptırma vaadiyle sınıf sınıf dolaşarak […]

Yazar: Sude Türk

Yorumlar (2)

Merhaba öncelikle çok beğendiğimi söyleyeyim. Umarım hak ettiğin yere bir gün gelirsin. Biraz Oğuz Atay esinlenmesi hissettim. Ciddi söylüyorum çok sevdim.

    Merhaba. Yorumun beni fazlasıyla sevindirdi, çok teşekkür ederim. Oğuz Atay esinlenmesi kısmını hiç fark etmemiştim, demek ki sandığımdan fazla işlemiş zihnime kendisi (iyi de olmuş). Tekrar, o gözle okuyacağım. Sevgiler.