(Hikayenin bir önceki bölümünü okumak için tıklayın)
AĞLAYAN ORMAN
Sessizlik çöktüğünde İlger kayanın arkasından çıkıp kulağını Barlas’ın dudaklarına dayadı, hala nefes alıyordu. Bir iki sarsıp uyandırmayı denedi ancak gözlerini açmıyordu. Çantasındaki çaput parçasını alıp dostunun alnındaki yarasına bastırdı. Bir yandan etrafına bakınıyor bir yandan da Barlas’ı uyandırmaya uğraşıyordu. Kollarından tutup kaldırmayı denemişti ama sıska kolları bunun için yeterli değildi. Etrafını tekrar kontrol edip Barlas’ın yanaklarına yavaşça tokat atmaya başladı “Aç şu gözlerini hadi.”. Her tokat bir öncekinden daha sert iniyordu. En sonunda hızını alamayıp gerildi ve okkalı bir tokat geçirdi. “Ölmediyse bile artık ölmüştür” diye bir ses işitti, korkuyla kafasını kaldırıp sesin geldiği yere baktı. Sarı dalgalı saçlı, genç bir kadın meraklı gözlerle onları izliyordu. “Yolunuzu mu kaybettiniz” diye sordu. İlger göz ucuyla Barlas’ın palasını aradı ama bulamamıştı. “Burada” dedi kadın çamura bulanmış palayı tutarak, “Kaçarken düşürdünüz galiba.” İlger, Barlas’ın kafasını nazikçe toprağa bırakıp yumruk kadar bir taş alıp kaşlarını olabildiğince çattı
“Sen miydin o yaratık yoksa?”
Kadın mimik oynatmamıştı
“Hangi yaratık?”
İlger elini havaya kaldırdı
“O canavar kadın işte”
Kadının gözleri birden büyüdü
“Kırmızı saçlı ve çıplak olan kadın mı?”
İlger taşı kadına fırlatmak için elini arkaya doğru gerdi
“Demek arkadaşındı! Palayı yavaşça bırak ve defol git buradan, yoksa gebertirim seni!”
Kadın palayı yere usulca bırakıp İlger’e doğru adımlamaya başladı
“Sakin ol, arkadaşım değil… Siz kayıp mı oldunuz?”
İlger taşı kadına fırlatmıştı ancak taş, bir duvara çarpmış gibi kadının ayaklarının dibine düştü. Hemen bir taş daha kapıp elini hazırda bekletti.
“İzin ver yardım edeyim, arkadaşın iyi görünmüyor!”
İlger taşı yine fırlattı ancak yine ulaşamadı.
“Yaratık olmadığını nereden bileceğiz?”
Kadın bıkmış bir yüz ifadesiyle elini İlger’e doğrultu ve zarif bir bilek hareketi yaptı. İlger anında taş kesilmişti. Kadın Barlas’ın yanına eğilip elini başına koydu ve bir şeyler fısıldadı. Barlas kükremeyle karışık bir çığlıkla ayaklanıp vahşi kurt gibi etrafına bakınmaya başladı. Donmuş İlger’i ve Sarışın kadını görünce ne yapacağını şaşırmıştı. Kadın yakarır gibi “Lütfen” dedi “Size yardım etmeye çalışıyorum… Bak arkadaşını düzelteceğim ama ne olup bittiğini bana anlatacaksınız anlaştık mı?” Barlas kadına kitlenmişti ve tek kelime etmiyordu “Evim tepenin arkasında, size yardım edebilirim.” Barlas kafa sallayarak onayladı. Kadın aynı el hareketini tekrar yaptığında İlger eski haline dönmüştü, kadının üzerine atlamaya çalıştı ancak Barlas’ın uyarısıyla durup bekledi. “Gelin” dedi kadın sakin bir tavırla “Eve gidelim” Barlas ve İlger ürkekçe kadını takip etmeye başladılar. Palasını yerden aldığında kınına koymadan yol boyu elinde taşımıştı.
Kadının evi ormanın seyrekleştiği bölgede yükselen ufak tepenin hemen arkasında, meşe ağaçlarının arasında gizlenmiş mütavazı bir kulübeydi. Ev dış tehditlerden korunmak amacıyla özellikle seçilmiş gibi duruyordu. Tepeden inip eve birkaç adım yaklaştığınızda bile zar zor görülebiliyordu.
Yaşlı ve iri gövdeli bir meşe ağacına yaslanmış kulübenin içi dışarıdan görüldüğünden biraz daha genişti. İlger merakla etrafı incelerken Barlas kadına bakıp “Kimsin sen?” dedi. Kadın kaynattığı suyu bitki dolu boynuz bardaklara boşaltırken gülümseyerek “Asıl siz kimsiniz?” diye karşılık verdi. İlger çekinerek Barlas’a baktı “Seyyahız biz, çöl ülkesine gidiyoruz.” dedi. Kadın omzunun üzerinden onlara bir bakış attıktan sonra boynuzların içindeki sıvıyı karıştırmaya başladı “Çöle giden tek yol Çarpıkdağ Geçidi değil miydi?” Barlas ruhsuzca ve tekinsizce “Yolumuzu şaşırdık.” dedi. Kadın elindeki boynuzları uzatıp toprak şöminesinin yanındaki mindere oturup ellerini ateşe tuttu. “Otursanıza, ne bekliyorsunuz? Gece orman soğuktu, üşümüşsünüzdür.” İlger elindeki boynuzda yüzen yaprakların ve tohumların ne olduğunu anlamaya çalışırken Barlas karnına dokundu ve kaşlarını yukarı kaldırdı. “eee… ” dedi kadın “Kim olduğunuzu söyleyecek misiniz?”
“Söyledik ya”
Kadın İlger’in asasını gösterdi.
“Elindekini nereden buldun?”
“Hatıra sadece”
Kadın sırıtıp, boynuzundan bir yudum aldı.
“Peki Ağlayan Orman’da ne işiniz var?”
İlger’in gözleri kocaman olmuştu, kendini tutamadı:
“Ağlayan Orman burası mı?”
Barlas elinin tersini karnına geçirdi.
“Sadece kaybolduk.”
Kadın Barlas’ın iri ve küçük bebekli gözlerine baktı.
“Siz Kantomanlısınız.”
İlger yapay bir ciddiyet takındı ve boğazını temizledi:
“Hayır! Biz orayı hiç duymadık.”
Kadın kafasını ateşe çevirip boynuzunu avuçlarının içinde çevirdi.
“Alınlarınızdaki işaret ne o zaman? Çaylarınızı soğutmayın, kuştohumu ve kiraz yaprağından yaptım. Eğer keçi değilseniz zehirlenmezsiniz.“
Barlas boynuzdan isteksizce bir yudum alıp ateşe baktı. Oldukça üşümüştü, ateşe yaklaşmak istiyordu. Kadına hala güvenmiyordu ama bunu düşünmeyecek kadar soğuktu. Usulca yaklaşıp kadının karşısına oturdu ve boynuz kupasını bırakıp ellerini ısıttı. İlger de ikisinin ortasına oturmuştu.
“Kim olduğunu söyleyecek misin?” diye sordu Barlas.
“Ormanda yaşayan yalnız bir kadınım işte.”
“Peki burada nasıl hayatta kalabiliyorsun?”
Kadın güldü.
“Ne varmış burada?”
Barlas kadını süzdü.
“O kırmızı kafalı cadı sana bir şey yapmıyor mu?”
Kadın boynuzunu dipledi.
“O cadı değil ve hayır… sadece erkeklere.”
İlger araya girdi:
“Bize neden bir şey yapmadı?”
Kadın İlger’e döndü:
“İnsanlara ve erkeklere olacaktı.” diye düzeltti.
İlger birden kabardı:
“Çilbacı mıydı o?”
Barlas gözlerini büyütüp ses çıkartmadan “Sus” dedi.
Kadın ayaklanıp içi boşalmış boynuzları topladı. Bitkilerini ve diğer doğal malzemelerini, kulübenin yaslandığı yaşlı meşe ağacının gövdesinde saklıyordu. Öncelikle boynuzlara kuş tohumu koydu, ardından kiraz yaprağını. İçi boşalmış güğümü suyla doldurup tekrar şöminenin başına oturdu ve güğümü ateşe bırakıp boynuzları tekrar uzattı.
“Beni meraklandıran şey kim olduğunuz değil, çilbacının neden size bir şey yapmadığı.”
Barlas kaşlarını çatıp kadına baktı.
“Kurtardın ya bizi.”
Kadın Barlasla göz göze geldi, alnındaki işarete ve Kantomanlıları pek de andırmayan suratına bakıp sırıttı.
“Sizi ben kurtarmadım.. Şimdi anlaşıldı, Kantomanlı değilsiniz ama oradan geldiniz. Siz Yarksınız, büyücülerin evlatlıkları.”
İkisi de duymamış gibi yapıp suskun kaldı. Barlas şöminenin önündeki demir çubukla közleri karıştırıyordu. Kadın İlger’in asasını sinsi bir hareketle kapıp taşına avcunu koydu ve gözlerini kapattı. İlger hiddetle asayı geri alıp kızmıştı. “Çilbacı’nın neden size zarar vermediği belli oldu, Ayışığıyla yıkanmışsınız ama neden buraya kaçtınız?”
İlger ve Barlas göz göze geldiler.
“Anlatmaya gerek yok, Kamanamızı öldürdüler biz de kaçtık!”
“Kantoman’da az da olsa büyücü olduğunu biliyordum, demek bir tanesi de sizin Kamana.”
İlger buruk bir heyecanla sordu:
“Onu tanıyor muydun?”
Kadın boynuzunu soğutmak için üfledi.
“Hayır! Lonca kalan Kamanaları dışladı. Bir daha da Ağlayan Orman’ın bu tarafına gelmediler, biz de o tarafa gitmedik.”
“Ne Loncası?”
Kadın boynuzunda yüzen tohumları izledi. “Oldukça eski bir hikaye” diye başladı ve devam etti: “Yıllar önce, henüz Kantoman diye bir yer yokken bu topraklara bozkır diyorlardı. Çevik savaşçılarıyla, onurlu erkekleriyle ve asil kadınlarıyla bilinen bir yerdi. Bozkır içinde kılıç çekilmez, dışarıdan kılıçla giren de henüz dağ geçitine ulaşamadan yok edilirdi. Kılıcın işlemediği düşmanlar da Kamanalardan sorulurdu. O zamanki Kan- Uruk, adil ve cömert bir yöneticiydi. Sonra bir savaş oldu… ”
İlger araya girdi “Çöllerden gelen ordu hikayesi mi?”
Kadın kaşlarını çattı “Lafımı kesme! Çölden gelen ordu hikayesi, Kan Toman’a yaranmak için dalkavuk ozanların uydurduğu saçma sapan bir masal… Aynı tepegözü öldüren Basat hikayesi gibi.” İlger şaşkınlıkla kafasını kaldırdı “Basat tepegözü öldürmedi mi?”
Kadın sırıttı “İnsanlar Tepegöz öldüremez, sadece onları uzak durmaları için ikna edebilir.”
Barlas konuştu “Çöllerden gelen ordu hikayesi gerçek değil mi?”
Kadın Barlasla tekrar göz göze geldi “Gerçek, ama onları buraya getiren sebep koca bir yalandan ibaret… Kan Uruk babasını savaş yüzünden kaybetmişti ve tahta çıktığında ilk sözü; Tanrılar şahidim olsun ki Bozkır’da savaşı başlatan ben olmayacağım! Çiğnersem sözümü bütün ruhlar kalbimi yesin! En azından eski ozanlar böyle anlatırdı.”.
İlger kadınınla karşı karşıya gelmek için Barlas’ın yanına oturdu ve iştahla sordu “Peki ordu neden geldi?”
Kadın devam etti:
“Bozkırdan biri sayesinde geldi: Uruk’un oğlu Toman… Ordu, kara demirden zırhlarla kuşanmış envai çeşit silah kullanan kalabalık bir orduydu. Toman babasına tahtı teslim etmesi karşılığında orduyu geri çekmeyi teklif etti. Uruk’un başka çaresi yoktu, başını eğip kabul etti. Toman orduyu geri çekti, elbette bir kısmını öldürerek. Ardından Uruk’u Bir Ormana götürüp askerlerin ve diğer beylerin önünde kollarını ve bacaklarını kesti, en son da kafasını… Kan Uruk’un çığlıkları, Toman’ın hükümdarlığını kabul etmeleri için yeterli bir sebep olmuştu. Toman babasının uzuvlarını küçük sarayının kapısına astı ve savaşın sabahı halka seslendi; Bundan sonra bu diyarın adı Kantomandır, diğer diyarlar gibi şehirler kuracağız, hanlar kuracağız, herkesin bir işi olacak… Toman’ın bu yenileşme arzusu halkı ona daha çok bağlamıştı. Herkes halinden de memnundu- ta ki Toman bir gün çıkıp, hastalığının kaynağının büyü olduğunu söyleyene kadar. O günden sonra büyü yeteneği olan herkes katledilmeye başlandı, sağ kalanlar da ikiye bölündü; bir kısmı Kantomanda kalıp Kan’ın kurallarına uymayı kabul etti, bir kısmı da Ağlayan Orman’a çekildi.”
Barlas lafını kesti:
“İyi de bizimle ne ilgisi var? Büyücü değiliz biz.”
Kadın tekrar gözlerine baktı.
“Hayatta kaldığınıza göre, hayvan ruhları sizi kabul etmiş. Erk hayvanlarınız ne?”
Barlas etrafını saran irili ufaklı zehirli yılanları anımsadı.
“Engerek”
İlger de yanıtladı:
“Turna kuşu”
Kadın ayağa kalktı ve “Beni takip edin.” deyip kulübeden çıktı.
Etraf zifiriydi, tek bir ışık hüzmesi seçilmiyordu. Kadın, İlger’in asasını alıp toprağa şekiller çizmeye başladı. “Büyünün kaynağı doğadır, ancak doğayla konuşabildiğin zaman onu kullanabilirsin.” Asayı toprağa vurur vurmaz, çizdiği şekil pas parlak mor bir ışık yaymaya başladı ve parlayan şekillerin etrafına bir şeyler çizmeye devam etti: “İnsan doğaya hükmetmek karşılığında içindeki saf güçten vazgeçti. Doğa hislerimizin, arzularımızın, duygularımızın kaynağıdır. Biz doğayız, doğa da biz! Doğaya hükmetmenin tek yolu, onu bozmaktır ve eğer onu bozarsan…” dedi ve ayağıyla çizdiği şekilleri dağıttı “Işık söner, karanlığa gömülürsün.”. İlger hayranlıkla kadını izliyordu “Biz büyücü müyüz?” dedi, kadın asayı uzattı “Kim olduğunuz içinizde dolanan kana değil, seçimlerinize bağlıdır. Hayvanlar birer sembol, neyi temsil ettiğini de siz bulacaksınız.”
Barlas gıcık bir kahkaha attı “Oradaki insanlar hayvana benzemedikleri için mi canlı canlı yendiler?”
“Hayır” dedi kadın “İnsan oldukları için.”
Barlas daha uzun bir kahkaha attı.
“Siz delirmişsiniz! Bazılarına kuş geldi bazılarına da kurt… Eğer ikimizden birine kurt gelseydi biz de ölecektik, sonuçta turna kuşu insan yiyemez.”
Kadın sırıttı.
“Ama engerekler insanı öldürebilir.”
Kadın cevap beklemeden kulübeye girdi “Aşağıda yataklar var, yatın dinlenin. Belki sabah neyden kaçtığınızı anlatırsınız.” Barlas ve İlger birbirlerine bakıyordu. Kadına hala güvenmiyorlardı ancak çok yorgunlardı, peşinden kulübeye girdiler ve aynı Kamana’nın kulübesinde uyumaya gider gibi aşağıya indiler, içi saman dolu yataklara uzanıp öylece beklediler. İlger, Barlas’a döndü “Ne oluyor böyle” dedi. Barlas hızlıca düşündü… Handaki cinayeti, Kamana’nın ölümü, içinde uyudukları ev… Hiçbir bağlantı yoktu. “Bilmiyorum, ama hiç iyi hissetmiyorum” diye fısıldadı. İlger doğruldu ve şişkin, mor gözlerini ovaladı “Gördüğüm rüya vardı ya…” Barlas homurdandı. “Çok kötüydü… Her yer cehennem gibiydi; çocuk cesetleri, birbirlerini yiyen insanlar… aynı yaratılış hikayelerinin başlangıcından öncesi gibiydi.”
“Hani kabus değildi?”
“Sorun da o zaten, kabus gibi hissettirmedi sanki her şey olması gerektiği gibiydi.”
Sırtını İlger’e döndü.
“İyi ne güzel işte, her şey olması gerektiği gibiymiş. Uyuyalım artık.”
İlger sesini yükseltti:
“Hiç mi bir şey hissetmiyorsun? Öldürdüğün adam, Kamana… Peşimize çoktan düşmüşlerdir. Kim bilir yakaladıklarında ne yapacaklar?” gözleri doldu “Kamana… Kamana’yı öldürdüler, evimiz ne haldedir kim bilir…”
Barlas hışımla kalkıp yüzünü örten saçlarını ensesine savurdu. Gözlerinden zehir akıyormuşcasına öfkeliydi.
“Handaki orospu çocuğunu öldürdüğüm için bir an bile pişman olmadım… Ne diye üzülecekmişim? Sence ölmemiş olsaydı Kamana öldü diye üzülür müydü?” Gözlerini iyice açtı “Kamananın ölmesi için altın bile öderlerdi. Bizim evimiz falan yok! Suratımız damgalanana kadar adımız bile olmadı! Senin adın niye İlger biliyor musun? Çünkü o boktan kulübeye gelen ilk çocuk sendin. Peki benim adım niye Barlas? Çünkü her gün o çöplükten kurtulmak için kaçmaya kalkışırdım! Alnına o üçgeni kazıdıkları günü hatırlıyor musun? Soğuk taş tutuyorduk acımasın diye, Kamana yanıma gelip ne diyordu? Acıyı öğrenin ki, günü geldiğinde korku aklınızı ele geçirmesin!”
İlger dehşete kapılmıştı, dudakları titriyordu.
“Kamana’ya hala öfkelisin.”
Barlas ayaklandı ve merdivene yaklaştı.
“Benim evim de olmadı, ailem de olmadı. Aynı senin de olmadığı gibi. Benimle aynı havayı solumaktan bile tiksinen bir adamı öldürdüm diye pişman olmamı bekleme.” deyip merdivenden çıkıp gitti. İlger’in duyduğu son şey, kulübenin kalın tahta kapısının açılma ve kapanma sesiydi. Bir an peşinden gitmeyi düşündü ama istemedi. Kafasını tekrar yastığa gömüp gözlerini kapattı.
***
Barlas kulübeden adımını atar atmaz ormanın soğuğu ruhuna kadar işledi. Eskimiş keçi kürkünün önünü iyice kapatıp kuşağını bağladı. Gözlerini kapatıp kafasını kaldırdı ve derin bir nefes aldı. Ormanın esintisini ciğerlerinde dolaştırırken uykuya dalmış kadar iyi hissediyordu. Kulübenin kapı sesi bunu yarıda kesti, arkasını dönmeden ciddi bir ses tonuyla “Yatağına dön İlger, sabah konuşuruz.” diye söylendi. Gelen İlger değildi. “Ormanın havası çarpmasın.” dedi kadın. Barlas arkasını döndü.
“Sen miydin?”
Kadın gülümseyip cevap verdi:
“Alazay benim adım, senin de Barlas değil mi?”
Mahçubiyetle kafasını salladı.
Alazay, Barlas’ın yorgun suratına, darmadağın olmuş saçlarına baktı.
“Oturmak ister misin biraz?” diye sordu.
Barlas keskin bir hayırla cevap verip, nazikçe “Teşekkür ederim her şey için, sabah olduğunda yolumuza devam ederiz…” dedi.
Alazay gülümsedi.
“Oturmak ister misin diye sordum, ne zaman gideceksiniz demedim.” dedi ve Barlas’ın yanından geçip yürümeye devam etti. Birkaç adım sonra arkasını döndü “Gel benimle.”.
Barlas onu takip etti. İçten içe ürküyordu, ne olur ne olmaz diyerek palasına elini koydu. Alazay dalları birbirine karışmış ağaçlardan geçip parmak şıklattı. Şıklamayla beraber ağaç dallarından sarı ışık hüzmeleri sızmaya başladı. Barlas dikkatle kafasını ufak açıklıktan soktuğunda gözleri büyüdü. Dışarıdan görünen kuru sık dallar içeride, çiçekler sarkıtan daldan duvarlar gibi görünüyordu. Karşılıklı iki yüksek kütük parçası ve ortasında yine kütükten ufak bir masa duruyor ve bir tarafında da Alazay kemik bardaklara kırmızı bir sıvı dolduruyordu. Barlas kütüğe oturdu ve uzatılan sıvıya baktı. “Şarap mı bu?”
Alazay şişeyi masaya bırakıp, bardağından bir yudum aldı.
“Evet, içmedin mi daha önce?”
Barlas da yudum aldı, daha önce içtiği hiçbir şeye benzemiyordu. Şekerli, ekşi ve acı tatların büyülü bir karışımı gibiydi.
“Kantoman’da yasaktır, şehirde de yasaktır. Sadece Çöl ülkelerinden gelen suya benzer bir içki ve mayalı süt bulunur.”
Alazay lafını kesti:
“Çölruhu” dedi. “İçkinin adı Çölruhu.”
Barlas şarabını bitirip boş bardağı masaya bıraktı. Alazay bardağı tekrar doldurdu ve çekinerek “Hancı olayı neydi?” diye sordu. Barlas ters bir bakış attı “Siz konuşurken duydum, yoksa aklınızı okumuyorum.”
“İçki içmeye gittik, hancı içkiyi vermedi ben de öldürdüm.”
“Sanki tek sebep içki değil gibi…”
Barlas bakışlarını kaçırdı.
“Öfke duyuyorsun.”
Boş bardağı doldurması için Alazay’ın önüne uzattı.
“Öfkeli değilim, aynı hayvanlar gibi hayatta kalmaya çalışıyorum, o kadar.”
Alazay gülümsedi ve bardağı doldurdu.
“İlger senin gibi değil.”
Barlas bardağı kavradı ve dudaklarına götürdü.
“Çünkü o her bataklıktan kendine koklayabileceği bir çiçek arıyor. Ama çiçek de olsa, bataklık, bataklıktır.”
“Turna gibi…” dedi Alazay ciddi bir bakışla “ve sen de engerek gibisin.”
Barlas gülümsedi.
“O ayin sadece ruhların karnı doysun diye yapılan bir soykırımdı.”
“Biliyorum” dedi iç geçirerek “Ben de çocukken katılmıştım. Gulyabaniler, tepegözler, araçurlar… Kaçırdığı çocukları Efsunbazlara getirir, karşılığında da ayinden sağ çıkamayanların arta kalanları yerler. En azından kaçırdıkları çocukları kendilerinin yiyebileceklerini fark edene kadar böyleydi. Sonra büyücüler, öksüz çocukları sahiplenmeye başladılar. Ben de onlardan biriydim ama bizim annelerimize Kamana denmezdi. Hepsinin kendi adı olurdu, mesela benimkinin adı Varga. Büyücülerin en yaşlılarından. Biraz aksidir ama güçlüdür.”
Barlas lafını kesti:
“Sana hangi hayvan geldi?”
Alazay elini bacağına vurdu ve hemen ardında kucağına gri kalın tüylü, sarı gözlü iri bir kedi oturdu ve müthiş bir zerafetle “Orman kedisi” dedi ve kalın tüylerini okşamaya başladı. Barlas elini kediye uzattığında uyarı mahiyetinde bir pençe savurdu, Alazay ince bir kahkaha attı. “Yabancıları sevmez” dedi.
Barlas gülümsedi:
“O zaman sana yanlış hayvan gelmiş, orman kedisine benzemiyorsun.”
Alazay şarabından bir yudum aldı.
“Erk hayvanları, bizim kişiliğimizi oluşturmaz. Sadece destek olurlar, ihtiyacımız olduğu zaman güç verirler. Ayin sırasında öpücük verdikleri an onlarla aramızda kopmayan bir bağ oluşur ve bu hayatımız boyunca devam eder.”
Barlas şaşırdı.
“Beni yılan öpmedi, sadece üzerimde süründü ve sonra gitti.”
Alazay “Her hayvanın öpücüğü farklıdır.” dedi ve kedisini gönderip, kütük sandalyesini Barlas’a yaklaştırdı ardından ellerini tuttu, dizlerini dizlerine dokundurdu. “Gözlerini kapat ve kendini bir engerek gibi düşle.” Barlas söylenileni yaptı, kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Alazay “Sakinleş” diye fısıldadı. Birkaç saniye sonra “Aç gözlerini” dedi. Dalların tabanından iri kafalı, kahverengi bir engerek girdi, usulca sürünerek Barlas’a yaklaşıyordu, Alazay dizini tutup “Korkma, sana bir şey yapmaz, ona elini uzat.” dedi. Barlas sakince elini uzattı. Engerek çatal diliyle parmaklarına dokunduktan sonra kolunda sürünerek omzuna kadar çıktı. Telaşlanmıştı, engerek ağzını kocaman açıp boynuna dayadı ancak ısırmadı, sakinleşene kadar öylece bekledi. “Bak” dedi Alazay “Öpücük” Barlas yılana kafasını çevirdi ve çizgili gözlerine baktı. Yılan Barlas’a bir göz kırpıp aşağıya indi, ardından dalların arasından kaybolup gitti. Alazay gülümseyerek Barlas’a baktı, hala eli dizlerindeydi “Engerekler nereye gidersen git senin yanında olacaklar.”. Bir an kendine gelip mahcubiyetle uzaklaştı ve şarabından okkalı bir yudum aldı.
“Artık uyumak gerekiyor, gidelim.” dedi. Parmağını tekrar şıklatıp ışığı söndürdü. Ay yavaş yavaş sönüyordu. Barlas kulübenin kapısının önünde kırık bir kamış parçası gördü “Ateş yanıyor mu hala?” diye sordu. Alazay başını salladı. Kamışı palasıyla güzelce temizledi ve ısıtılmış demir çubukla ufak delikler açtı. Yanmamış odunlardan kamışın içine girebilecek kalınlıkta olan dallardan birini yontup tepesinden çaprazlamasına bir kesik yaptı, parçayı kamışa yerleştirdi. Alazay çoktan uykuya dalmıştı, gün yavaştan ağarırken Barlas da şöminenin başında uykuya daldı. Günlerdir süren yorgunluğu parmak uçlarından dökülüyordu.
Kulübenin kapısından içeriye giren güneşin sıcaklığı gözlerini açmıştı. Öylece biraz bekleyip “İlger” diye bağırdı ancak tepki yoktu. Alazay’ın adını hatırlayamamıştı “Alzay” gibi bir şey söyledi. Kulübenin dışından “Alazay adım” dedi. Barlas ayaklandı, kulübeden çıkıp ormana karşı gerildi. İlger kucak dolusu bir odunla yaklaşıp, odunları Alazay’ın önüne bıraktı. Barlas’a bakmıyordu. Barlas kamıştan yaptığı kavalı çıkartıp yanına yaklaştı ve uzattı “Sana yaptım.” dedi. İlger bir kavala bir de Barlas’a baktı, soğukça gülümsedi. “Bunu çalarak hikaye okuyamam.” . Barlas kocaman güldü “Ne güzel, artık kafamızı deli saçması masallarla bulandıramayacaksın.” İki arkadaş kocaman sarıldı. İlger kendini geriye atıp çoşkuyla Kamana’nın asasını gösterdi “Alazay, Kamana hakkında bilgi alabileceğimiz birini tanıyormuş, eğer istersen bizi ona götürebilirmiş.”
“Dün bahsettiğin yaşlı kadın mı?”
Alazay odun küfesini bırakıp ayağa kalktı.
“Ormanın biraz ilerisinde yaşıyor, asayı ona götürürsek belki yardımı dokunur.”
Barlas düşündü, kulübede daha fazla kalmaları tehlikeli olabilirdi. Kafa sallayıp “Hadi gidelim.” dedi. Alazay, İlger’e baktı “Hani kabul etmeyecekti?” diye sordu. “Ne bileyim, genelde birkaç defa ısrar etmeden içki içmeyi bile kabul etmiyor.” Barlas kulübeden kafasını çıkarttı “Gelip şu eşyalarını toplamazsan seni kargıçlara yem ederim.” İlger buruk bir gülümsemeyle kala kaldı. Kargıçlara yem etme meselesi, Kamananın meşhur tehditlerinden biriydi. Sesini aynı Barlasınki gibi kalınlaştırıp, onun çocukken Kamanaya laf yetiştirmesini taklit etti “Ben de kılıcımla hepsini öldürürüm!”
Barlas, İlger ve Alazay güneş tepeye çıkar çıkmaz yola koyuldular. Alazay’ın söylediğine göre yol çok da uzun sayılmazdı. Ancak dinlenmeleri gerekiyordu. Bu yüzden sabaha karşı varmış olacaklardı. Yol İlger’in hikayeleriyle geçmişti. Alazay ara ara dönüp, ruhlarla ve diğer canavarlarla ilgili bilgilerini düzeltiyor, Barlas da sadece dinliyordu.
***
Tam da güneşin doğduğu zaman Alazay, yürürken uyuklayan Barlas ve İlger’e büyük sayılabilecek bir ovanın ortasındaki tepeciği gösterdi. “Ana Varga’nın evi orası.” Alazay’ın anlattığına göre; ormanın tam ortasında olan bu höyüğe büyücüler “Ağlayan Ormanın Kalbi” diyorlarmış. Bozkırın ruhları (ki anlattıklarına göre onlara Bozruh diyorlar) her dolunayda ormana iner ve büyücülerle konuşur, onlara haberler iletirmiş.
Ovaya adım attıklarında Alazay Barlas’a dönüp keskin bir uyarıda bulundu “Ana Varga yaşlıdır ve hayatta olan en eski büyücüdür… Ona sakın saygıda kusur etme! Ne sorarsa kısa ve öz cevap ver!”
Barlas “Niye özellikle beni uyarıyorsun?” diye çıkıştı.
Alazay derin derin gözlerine baktı.
“İlger’in büyücülerle bir problemi yok çünkü.”
Barlas gözlerini kaçırıp yürümeye devam etti. Höyüğün tahta kapısı göründüğünde İlger adımlarını hızlandırdı “Barlas! Dün rüyamda bu kapıyı gördüm ben!” Barlas umursamaz bir tavırla yanıtladı “Dünyadaki bütün kapılar buna benziyor.”
İlger dönüp ters ters baktı.
“Hayır, tokmağı kısrak kafasına benzeyen başka kapı yok!”
Barlas umursamazlığını sürdürdü.
“Şu rüyalarını parça parça anlatmaktan vazgeç artık.”
Alazay araya girdi:
“Her gün rüya mı görüyor?”
Barlas kafa sallayarak onayladı.
Höyüğün kısrak tokmaklı tahta kapısına ulaştıklarında Alazay derin bir nefes alıp kapıya üç kere vurdu. Kapı gıcırdayarak aralandığında onları teni buruş buruş olmuş, kambur, çirkin bir yaratık açtı. Barlas yaratığı görür görmez palasına sarılmıştı. Alazay, elini tutup onu engelledi ve yaratığa döndü “Misafirlerim var.” dedi. Yaratık Barlas ve İlger’e bakıp çarpık bir dille “Giğğrrr” dedi. Barlas yaratığın yanından geçerken bakmamaya çalıştı, İlger o sırada Barlas’a “Bu Alaycı, ormanda yaşıyorlar ve insanların yollarını şaşırtıyorlar.” diye fısıldıyordu. Höyüğün içinde yanan ateşe dönük koltukta oturan yaşlı kadın “Alaycı diye bir şey yok çocuk! O domruk.” dedi. İlger’in yüzü düşmüştü ancak bozuntuya vermedi.
Alazay koltuğa gidip selamladı ve uzattığı elini öpüp geri çekildi. Ana Varga asasını alıp koltuğundan kalktı, arkasını döndü. İki gözünün altında üç nokta ve çenesinde de üç başlı mızrağa benzeyen dövmeleri vardı. Teni en az kapıdaki domruk kadar buruşuktu. Kıyafetleri yırtık pırtıktı ve üzerinde tahtadan yapılmış figürler sallanıyordu. Barlas ve İlger gözlerini kaçırmıştı. Ana Varga önce İlger’e yaklaşıp asasından bir ağaç kıymığı kopartıp yüzüne batırdı ve akan kanı dudaklarına sürdü. Barlas bir an telaşlanmıştı ancak Alazay’ın kafa salladığını görünce bekledi. Varga, kıymık giren yanağını tutarken sertçe “Dikil!” dedi ve omzuna doğru kafasını çevirdi. “Zarif ama kurnaz.” dedi. İkinci kıymık Barlas’ın yüzüne girmişti. Barlas yüzünü ekşitip Varga’yı izledi. Akan kanı dudaklarına sürüp diliyle yaladı ve gözlerine baktı “Öfkeli ama korkuyor” Ardından Alazay’a döndü. “Neden getirdin bunları?”
Alazay ellerini önünde birleştirip yanına geldi.
“Ormanda kaybolmuşlardı, çilbacı saldırmış.”
Varga Alazay’a baktı.
“Sen mi kurtardın?”
Alazay kafasını iki yana salladı. Varga bastonunu iki defa yere vurdu. Ateşin içinden büyükçe bir karga çıkıp bastona kondu ve gagasını kulağına götürdü. Varga kırmızı ve çökük gözlerini Barlas’a dikti.
“İki cana kıymışsın öksüz çocuk, ormana niye kaçtınız?”
Barlas gözlerini kaçırdı.
“Hatırlamıyorum.”
Varga eliyle çenesini tutup göz göze geldi ve bir müddet izledi.
“Bana yalan söyleme çocuk.”
“Kamanamızı öldürdüler, ben de ormana gelemeyeceklerini düşündüm.”
Varga çenesini bıraktı ve bastonunu vurarak tekrar koltuğuna oturdu. Alazay, Barlas’a kafasıyla Varga’nın yanına gitmesini işaret etti. Barlas asayı aldı ve yavaşça gidip koltuğun yanındaki mindere oturdu.
“Bu asa Kamanamızındı, onu tanıyor musun?”
Varga asayı alıp üzerindeki yarı saydam kristalde elini gezdirdi “Tanıyorum” dedi. Barlas ve İlger göz göze gelmişti. “Kimdir peki?” diye sordu. Varga cevapladı “Adı Zulsan” İlger bütün cesaretini toplayıp Varga’nın yanına geldi ve yakarır gözlerle elini tuttu “Ölürken acı çekti mi, görebilir misin onu da?” Varga asaya biraz daha el gezdirdi “Çok acı çekmiş ama ölmemiş, hala hayatta!” Barlas ve İlger öylece bakakaldılar. “Gördüm” dedi İlger “Yerde kanlar içinde yatıyordu,” kendini doğrulatmak için Barlas’a döndü “Öyle değil mi, sen de görmedin mi?” Barlas kafa salladı “Ana Varga, emin misin, yaşıyor mu?” dedi. Varga cevap vermeden ayağa kalktı ve höyüğün tahta kapısına doğru ilerledi “Gelin benimle.” dedi.
Tahta kapının yanından yukarı çıkan taş merdiveni tırmanıp tepeciğin zirvesine çıktı. Barlas ve İlger aşağıdan onu izliyordu. Kamananın asasını kaldırıp anlamadıkları bir dilde birbirini tekrar eden melodiler söylemeye başladı ve hiçbir şey olmamamış gibi inip evine geri girdi. İlger arkasından koşup “Ne oldu? Buldun mu onu?” Varga konuşmuyordu “Söylesene neredeymiş?” Varga arkasını bile dönmeden “Zulsan loncadan değil! Kendiniz arayın.” dedi. Asayı yere atıp koltuğuna oturdu “Alazay!” diye seslendi “Dolunaya kadar dinlenin, ruhlar geldiğinde ne öğrenmek istiyorsalar sorarlar, sonra da yollarınızı ayırın.” dedi.
Kulübeden kafaları daha karışık halde ve öfkeyle ayrıldılar. İlger adımını atar atmaz “Kamanayı bulmamız lazım.” dedi. Barlas sadece düşünüyordu, cevap vermedi. “Kılık değiştirip Kantoman’a gidelim, belki oraya kaçmıştır” diye üsteledi Barlas yine cevap vermedi. Bir an durdu, düşündü gözlerini kapattı ve arkasını döndü. Palasını çekip hışımla kulübeden içeriye daldı. Alazay tiz bir çığlık patlatıp arkasından koştu ancak geç kalmıştı. Barlas çoktan domruğu alıp boğazına palasını dayamıştı. Domruk inleyerek çırpınırken Barlas onu sarsıp palayı gırtlağına biraz daha bastırdı.
“Eğer Kamana’yı bulmazsan gebertirim onu!” Varga sakince ayaklanıp Barlas’a baktı. “Duyuyor musun beni? Keserim gırtlağını!” Alazay korkuyla “Barlas lütfen yapma.” diyordu. Varga bastonunu vura vura usulca yaklaştı. Domruğun korku dolu gözlerine baktı “Bu diyarda değil” dedi. Barlas’ın öfkesi daha da katlamıştı “Nerede dedim sana?” Varga tekrar yanıtladı “Dolunayı bekle çocuk! Ruhlar her şeyi söyleyecek!” Barlas Alazay’a baktı ve tekrar Varga’ya döndü. Ardından domruğu sertçe itip yere düşürdü ve kulübeden çıktı. Aklına, geldikleri yolda duran küçük bir dere gelmişti, Alazay ve İlger’e bir şey demeden uzaklaştı.
Kendini dere kenarındaki yumuşak çimenliğe bırakıp uzandı. Siyah ve kirli saçları yeşil çimenlerin üzerinde yayılan bir karanlığı andırıyordu. Dereden akan serin suların sesi, ağaçlar arasından uğuldayan rüzgar ve belirli belirsiz hayvan sesleri… Her gittiği yerde önüne çıkan derin uçurumlar ve her seferinde atlamak zorunda kalması… Bu yolculuk nereye gidecek diye düşündü. Kulaklarına kalın bir miyav sesi geldi. Kedi usulca Barlas’a yaklaşıp koca gözleriyle bir müddet izledi, ardından tüylü bedenini ona bıraktı. İlk başta garipsemişti ancak elini ürkekçe başına koyup okşadıktan sonra rahatlamaya başladı. Kedinin mırlamasına kulak verdi.
“Keşke senin gibi olsam” diye mırıldandı “Neler olup bittiğini bilmiyorsun çünkü her şeyin dışındasın. Doğrusu ben de her şeyin dışındayım ve neler olup bittiğini bilmiyorum ama bir şekilde kendimi bilmediğim bir şeylerin içinde buluyorum. Rüzgar ikimize de aynı yerden esiyor, aynı suyu dinliyoruz ama ben sadece bir yıkım hissediyorum, kaynağı belirsiz, karmaşık… Bir şey arıyorum ama neyi? Bir şeyden kaçıyorum ama neyden?” kafasını kaldırıp kediye baktı, mest olmuş hala mırıldanıyordu “Şu ormandaki ruhları tanıyorsan sorsana, bu hikayenin sonu nereye gidecek? Ona göre kendimi gördüğüm ilk uçurumdan aşağıya bırakayım.”
Alazay usulca yaklaştı;
“Orman kedileri insana huzur veriyor, değil mi?”
Kedi Alazay’a kulak kabartıp ayaklandı, Barlas’ın yanına oturduğunda da kucağına çıktı.
“Hem iyi bir dinleyici oluyorlar, hem de yumuşaklar.”
Barlas homurdandı.
“İnsanlardan daha iyi ve büyücülerden…”
Alazay’ın yüzü düştü.
“Büyücüler de insandır, sadece farklı soylardan gelirler.”
Barlas yanıtlamadı.
“Neden yaptın bunu?”
Barlas doğrulup saçlarını geriye attı.
“Çünkü artık belirsizliklerden sıkıldım.”
Alazay kucağında kıvrılmış kediye hayranlıkla baktı.
“Korkuttun bizi.”
Barlas gülümsedi.
“Büyücü efendine ve kölesine zarar vermeyi düşünmemiştim.”
Alazay gözlerini Barlas’a dikti.
“Onlar için değil, senin için.”
“O niye? Beni engereğe çevirip başımı ezer diye mi?”
Alazay kediyi nazikçe tutup çimenlere bıraktı
“Ana Varga isteseydi tek bir hareketle kemiklerini etinden ayırabilirdi.”
Barlas gözlerini kaçırdı.
“Madem o kadar güçlü, ormanda saklanmak yerine gidip Kantomanı ele geçirsin.”
“Büyücüler dengeyi bozmaz, dengenin parçasıdır. Bildiklerini çıkarları için kullanmazlar…”
Barlas lafını kesti.
“Ama bu ormanın dışında, bildiklerini çıkarları için kullanan insanlar var. Denge falan yok ortada! Sadece yıkım var!”
“Her şey hissettiğin gibi sanıyorsun ama değil! İnsanlar seni dışlıyor diye öfkeleniyorsun ama girdiğin kulübede karşına senden aciz bir yaratık çıkınca gırtlağına palanı dayıyorsun. Sırf Zulsan’a öfkeli olduğun için büyücülerden tiksiniyorsun. Öfke duyuyorsun çünkü dışlanmışsın, öfke duyuyorsun çünkü arzuların hiç gerçek olmamış ve bunun sorumlusu etrafında gördüğün her şey.”
Kırgın bakışlarla Barlas’a yaklaştı.
“Dışlanmışlığının bedelini dışlayarak ödetiyorsun.”
Barlas karşısındaki öfke dolu gözlere baktı. Kırgın ve sinirli bakışlar, sarı saçlar arasına koyulmuş bembeyaz bir yüzün ortasında parlayan bir çift göz ve titreyen kırmızı dudaklar… Rüzgar estikçe saçlardan yüzüne çarpan koku… başını döndürmüştü. Elini usulca kaldırıp bir yılan gibi sarı saçlara yaklaştırdı, Alazay gözlerini kapattı. Barlas burnunu saçlarına götürüp derin bir nefes aldı ve dudaklarına dokundu “Olmaz” diye fısıldadı Alazay. Barlas bir müddet nefes nefese bekledi ve geri çekildi. “Özür dilerim” dedi ve hiçbir şey olmamış gibi “Öfkem sana değil.” diye devam etti. “Öfkeli de değilim, sadece dibi gelmeyen bir kuyudan düşüyormuşum gibi hissetmek…”
Alazay sıcak dudaklarıyla Barlas’ın lafını kesti. Barlas’ın kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Bedenini kollarıyla olabildiğince sarıp dudaklarını boynuna dayadı. Alazay zarif bir el hareketiyle etraflarını ağaç dallarıyla kapattı. İnce dallar birer yılan gibi süzülüp üstlerini örterken Barlas, Alazay’ın çıplak bedenini izledi. Cümle kurmuyorlardı ancak konuşuyorlardı. Çıkan tek ses, yoğun nefesler ve hazla karşımış inlemelerdi.
Güneş söndüğünde Barlas ve Alazay höyüğe geri döndü. İlger oturmuş kavalıyla kopuzda çaldığı melodileri deniyor, domruk ise yanında onu dinliyordu. Yaratık Barlas’ı görünce buz kesip ayaklandı. İlger kavalını dudaklarından çekip “Dur korkma, artık kızgın değil.” dedi. Barlas yaratığın korkmuş yüzüne bakıp gözlerini büyüttü, İlger “Yapma şunu!” diyerek uyardıktan sonra bir Alazay’a bir de Barlas’a bakıp “Neredeydiniz?” dedi. Barlas soruyu teyet geçip “Varga içeride napıyor?” diye sordu. “Bilmiyorum” dedi İlger, “Ama seni çağırdı.” Barlas şaşkınlıkla Alazay ile göz göze geldi. Ardından kulübeden içeriye daldı. Ana Varga’nın yüzünde ne öfke, ne kızgınlık neredeyse hiçbir duygusal ifade yoktu. Bastonunu vura vura yanına yaklaştı ve önüne düşen saçlarını eliyle çekti. Yüzüne dağlanmış ters üçgenin üzerinde elini koydu “Burası hala acıyor.” dedi. “Anlamını biliyor musun?”
“Yarg işareti işte, piç çocuklara vuruluyor.”
Varga yüzünü ekşitti ve parmağını üçgenin yatay çizgisine götürdü, ardından bir kenarına ve diğer kenarına. “Herkes gibi olmayan demek.” dedi ve devam etti “Kutsal bir işaret değil, ama senin ve onun bir parçası…”
“Peki sizde neden yok?” dedi Barlas.
“Biz Kantomanda kalmadık, ait olduğumuz yere geldik.”
“Biz buraya nereden geldik?”
Varga gözlerinin içine baktı.
“Arayacaksınız! Sizin yazgınız bu.”
Barlas ciddiydi.
“Yazgıya inanmıyorum.”
Varga ilk defa sırıttı ancak yine de ürkütücüydü.
“Dolunay çıkmak üzere, kendin sorarsın…”
Dışarı çıktılar, gümüş bir top gibi parlayan dolunay, Ana Varga’nın höyüğünün tam tepesindeydi. Varga bastonuyla toprakta ritip tutup, birbirine uymayan melodiler mırıldanmaya başladı ve höyüğün tepesine kadar çıktı. Alazay, Barlas ve İlger’e “Birazdan gelecekler, korkmayın.” diye fısıldadı. Ana Varga melodisinin sonunda “Parıldayın!” diye haykırdı. Ağaçların kıpırdayan dalları arasından çıkıp yavaşça höyüğe yaklaşan çeşit çeşit varlık öylece dikilip bakakaldı. Ormanda kurt ulumaları, kuş çığlıkları yükseldi. Ana Varga “Buradayız!” dedi. İlger korku ve hayranlıkla yaratıkları izliyordu. Aralarından alnından iki kara boynuz fışkırmış, sakallı ve göbekli bir tanesi, kükreme ve homurdanmayla karışık bir sesle “Selam olsun Ana Varga!” dedi “Misafirlerin kimdir?” Varga höyükten aşağıya inip boynuzluyu kafasıyla selamladı “Yollarını kaybetmişler, tanıyor musunuz onları?” Boynuzlu arkasına döndü ve homurdandı. Gözleri olmayan koca ağızlı cılız bir tanesi yanlarına gelip, uzun elleriyle onları kontrol etti ve boynuzlunun kulağına fısıldadı. Boynuzlu “Aranıyorlar.” dedi.
Barlas Varga’ya fırsat vermeden atılıp, orman ruhunun karşısına geçti.
“Kim arıyor?”
İlger de ondan cesaret alıp sordu:
“Kamana Zulsan’ı tanıyor musun?”
Yaratık bir an Vargayla göz göze geldi, Varga kafa salladıktan sonra anlatmaya başladı:
“İki masum adamın kanı dolaşıyor parmaklarınızda ama sizi arayan daha güçlü!” Zayıf olan tıslayarak konuştu “Anahtar!” Boynuzlu devam etti “Siz anahtarsınız! Kara demirli orduyu diriltmek için ufak bir bedel!” Zayıf tekrar tısladı “Üç kardeşten biri!” Boynuzlu öfkeyle onu ittirdi ve Varga’ya “Kıyamet yaklaşıyor Ana Varga, hazırlıklı olmak gerek” İlger “Zulsan” diyerek üzerlerine yürüdü. Ruhlardan hiçbiri ona bakmıyordu. Ana Varga “Kıyamet kopalı çok oldu. Bu çocukları arayan kim?” Boynuzlunun yanına yüzü gövdesinde duran kafasız, küçük ayaklı ve küçük kollu bir bozruh daha yaklaştı. Konuşması yaşlı bir kadını andırıyordu “Engerek ve turna bulunumalı diyorlar. Sokaklar, hanlar onların resimleriyle dolu. Bütün büyücüler yok edilmek zorunda! Yoksa Kan Toman galip gelemez!”
Barlas dağınık konuşmalardan bir anlam çıkaramıyordu ve daha fazla dayanamadı.
“Kan bir tane hancı yüzünden mi öldürmüş onca insanı?”
Zayıf olan tıslayarak güldü.
“Hiçbir şeyden haberi yok!”
Onu diğeri takip etti.
“Kurnazlar ama aptallar!”
Boynuzlu ikisini de ciddiyetle uyardı:
“Kan Toman kurban karşılığı anlaşma yapmış.”
Ağaçların arasından süzülerek kara çarşaflı, yüzü görünmeyen bir bozruh yaklaştı.
“Üç kardeşten biriyle, ama hangisi?”
Zayıf olan gülerek tısladı.
“Delirmiş Andolyalı Alkaris!”
Yüzü vücudunda olan dişlerini yaladı.
“Belki de Yeraltının hükümdarı Meran!”
Kara çarşaflı tekrar konuştu:
“Dışlanmış Balkes olmasın sakın?”
Boynuzlu öfkelendi “Susun artık!” ve ses tonunu koruyarak devam etti “Ana Varga! Çocuklar Kantoman’dan ayrılmalı! Toman onları istiyor!”
Varga soğukkanlılıkla sordu:
“Canlarının kıymeti nedir?”
Boynuzlu başını eğdi:
“Bilmiyoruz ama felaket toprağımıza karışmak üzere ve bu çocuklar önemli!”
Çarşaflı Varga’nın arkasına süzüldü.
“Kendi yollarını kendileri bulmalılar!”
Varga bir efendi ciddiyetiyle bozruha tepeden bakıp “Çocuklara bildiğim her şeyi anlatacağım, Ulular sizi korusun!” dedi ve İlger’in yanına saklanmış domruğa bakıp eliyle gel işareti yaptı. İlger şaşkınlıkla yaratığın korku dolu gözleriyle kesişti, kurtar der gibi bakıyordu. Varga kaşlarını çattı, domruk titreyerek yaklaştı. Ana Varga yaratığın ince kolundan tutup, bozruhların önüne fırlattı. “Haberlerinizin karşılığı domruktur, sağlık olsun” dedi. İlger ilk etapta ne olup bittiğini anlayamadı. Boynuzlu ruh, domruğun cılız bedenini kaba elleriyle kavrayıp omzuna attığında yaratığa doğru yürüdü. “Bırak onu!” Boynuzlu umursamadan Varga’yı selamladı ve domrukla beraber ağaçların içine karıştı. İlger arkalarından birkaç adım daha attı. Domruk çığlıklar içinde ruhun sırtında debelenirken İlger’le son kez göz göze geldi ve ortadan kayboldu. İlger Varga’ya dönüp öfkeyle “Ne yapıyorsun sen? Yazık değil miydi?” Varga asasını yere vurdu, İlger oracıkta yere yığıldı. Barlas üzerine atılacakken Alazay kolunu tuttu “Uyuttu sadece, korkma.” Varga ters ters bakıp “Çökün” dedi ve olduğu yere oturdu. “Sana her şeyi anlatacağım çocuk, ne yapacağına sen karar vereceksin!” Barlas, uyuyan dostuna bakıp kafa salladı ve Can kulağıyla onu dinledi.
“Toman babasını alt etmek istiyordu ama bunu kılıçla yapamazdı. tTk bir çaresi vardı, ihanet! Toman gizli bir sırrı ortaya çıkardı ama onu kullanacak bilgisi yoktu. O da bozkırdan kaçıp bilgiyi aramaya gitti. Geri döndüğünde peşine Kara Demirli Orduyu da takmıştı.”
Alazay araya girdi:
“Yok edilmiş bir halk, Alkaris onları lanetleyip hortlağa dönüştürmüş. Şarkılara göre Alkaris onları yenilmez bir silah olarak Andolya’da bir yerde saklıyormuş.”
Barlas’ın kafası iyice karıştı.
“Bozruhun söylediği yer mi?”
Varga araya girdi:
“Üç kardeşin evleri… bir tanesi Bozkır, diğeri Zapşet üçüncüsü de Andolya. Sadece Andolya temiz bırakıldı, diğer toprakları insanlar ele geçirdi. Toman Alkaris’ten Kara Demirli Orduyu istedi.”
“Ne karşılığında?”
“Hayatı… Ama Toman sözünde durmadı, eline geçen gücü kıyım başlatarak kullandı. Buyruklarını Ulu sözüymüş gibi söyledi ve Andol soyundan gelenleri dışladı”
“Neden onları da öldürmedi?”
Alazay cevapladı:
“Kendine yeni bir ordu yaratmak için.”
Barlas dehşetle “Kamana” diye fısıldadı.
“Sen ve İlger, ay ışığında yıkanıp sağ kalan iki kişisiniz! Toman da o yüzden peşinizde!”
Barlas bir an duraksadı ve kahkaha atmaya başladı “Kadim soy mu?” Alazay kaşlarını çatıp Barlas’a kafa salladı, Barlas durdu “Günlerdir kaçıyoruz, seninle karşılaşıyoruz bizi yaşlı bir kadının yanına getiriyorsun. O da kalkmış bana ‘Hayatını koca bir yalanın içinde geçirdin’ diyor, şimdi ne yapacağım? Elimdeki kör palayla Hortlak ordusuyla mı savaşacağım? Azgın tazılar gibi koşturup köşe bucak ne üdü belirsiz ruhlardan, canavarlardan mı kaçacağım?” ayağa kalktı, Alazay onu takip etti. “Sakın!” dedi Barlas “Artık yeter! İlger’i uyandır!” Varga parmağını şıklattı “Hikayelerinizden, yalanlarınızdan sıkıldım. Senin, Alazay’ın, Kamana’nın… Ne olup bittiğini kendim öğreneceğim, gerekirse Toman’ın kafasını da kopartan ben olacağım!” Kendine gelmeye çalışan İlger’i kolundan tutup kaldırdı “Andolya’ya gidiyoruz…” Alazay buruk bir sesle “Barlas” dedi. Barlas “Andolya nerede?” diye sordu Varga “Güneş’in battığı yere gidin.” dedi. Barlas, soru sorup duran İlger’e tek kelime etmeden hızla uzaklaştı. İlger koşar adımlarla onu takip ediyordu.
“Andolya’ya kaç yılda ulaşırız haberin var mı?” diye sordu İlger. Barlas içindeki fırtınaları susturup kendinden hiç olmadığı kadar güvendi.
“Yok… Ama her şeyi öğrenmek zorundayız.”
Barlas sadece bilmek istiyordu, İlger ise öğrenmek. İki dost yan yana ormanın derinliklerine doğru yürüdü…
Fikirlerinizi yorumlarda belirtmeyi unutmayın!
[…] (Önceki bölümü okumak için tıklayın) […]