Samuel Johnson’un Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü’nü niçin almak istediğimi ve bu kitaba niçin bu kadar emek verdiğimi düşündüğümde şu kanıya vardım: İnsan, hayatından memnun olmadığında ne yaparsa ben de onu yaptığım için. İnsan, kriz zamanlarında geriye döner ve olan bitenleri yeniden değerlendirir. Yaşamı sindirmek için zamanı yavaşlatmanın bir başka yolu da kitaplar üzerine düşünmektir. Sanırım bu kitabı başka bir kitapta ilgimi çektiği için alıp okumak istedim fakat hangi kitapta olduğunu tam hatırlayamıyorum. Bazen bir şeye niçin başladığını unutulabiliyor insan. Neyse ki tüm bunların benim dışında kimse için önemi yok.
Yazar Samuel Jackson Hakkında
Eser Türkçeye çok geç çevrilmiş ve neredeyse hakkında Türkçe hiçbir şey yazılmamış desem yanılmış olmam herhalde. Kitaba geçmeden önce Rasselas’ın yazarını tanımak lazım. Yani nerede doğduğu ya da hangi eserleri ürettiği gibi bilgilerden farklı olarak, esere damgasını vuran bu karamsarlığın ruhuna ulaşmak adına, nasıl bir insana benziyor Samuel Johnson? Hayatı hastalıklarla başlamış ve devam etmiş. Özel hayatında kendinden yaşça büyük dul bir kadınla evlenen yazarımızın en sevdiği kitaplardan biri Melankolinin Kısa Anatomisi. Sağlığı açısından şanslı biri değil. Tüm bunları niçin yazıyorum? Çünkü kitaplar bizi etkisi altına alıp düşünme melekelerimizi kısıtlayabilir hatta bizi büyüleyebilir. Bu bakımdan yazarların insanı olan taraflarını bilmek gerekiyor. Demem o ki insanlar kitapları önemser. Başucuna koyar, saklar, gömer, yakar ve kutsar.
Kurguya Değinmeden Önce…
Kitaba gelecek olursam ilk elden hemen deyivereyim. Eğer sonunun bir şeylere bağlanmasını bekliyorsanız yapabileceğiniz iki şey var: Birincisi kitabın sonunu okuyun (Arka kapağını da okursanız daha verimli olur). İkincisi, hiç okumayın. Rasselas’ı 2000’li yıllarda ilk çeviren Barış Yıldırım önsüzünde şöyle bir seçenek de sunmuş bize: “Kitaba sondan başlayabilirsiniz.” Bu arada eser iki defa Türkçeye çevrilmiş ve iki çeviri de makul fakat arada bazı nüans farkları var. Eğer okuma lezzeti alayım derseniz Ayşegül Pomakoğlu’nun çevirisi daha akıcı bir çeviri. Fakat çevirmenlerin çevirdiği eserleri kısaca bir göz gezdirirseniz Barış Yıldırım’ın çevirdiği eserler Rasselas için daha uygundur.
Kitapla ilgili bir başka mesele de onun tür olarak ne olduğu ile ilgili meseledir. Bir kurgu mudur? Roman mı? Seyahat eseri mi? Felsefi bir vaaz mı? Doğu masalı mı? Kurgu açısından zayıf olduğunu kabul edebiliriz. Açıkçası yazarın bu kitabı yazarken bir kurgu yazma gayretiyle değil de içinde bulunduğu durumu kustuğunu söyleyebilirim. Fakat kitabın orijinal ismi The History of Rasselas, Prince of Abissinia. Kendisi bir sözlük yazarı olan Samuel Johnson’un katı bir akılcı olması bir yana yazdığı şeyi bir hikâye ya da masal olarak kısıtlayacağını sanmıyorum. Yani seviyeyi düşürmek istememesini ‘History’ kelimesinden anlayabiliriz. Yaptığı işi daha ciddi bir iş olarak gördüğünü zannediyorum.
Ayrıca bu eserin yazarın hayatındaki tek “kurmaca eser” olması bir yana, daha sonra eseri ciddi bir edisyondan da geçirmemiş olması düşüncelerimin temelini yansıtıyor. Felsefi bir vaaz olarak nitelersem kimse itiraz edemez. Fakat vaaz dediğimiz şeyde bir kişinin konuşmasını hatırlatırken kitaptaki karakterlerin (İmlac hariç) her birinin kendine has karakterleri veya kusurları yoktur. Yani konuşan karakterin kim olduğunu tahmin edemezsiniz. Her biri aynı biçimde konuşur. Tabi bu durum eseri değersiz yapmıyor. Hatta şöyle iddia da edebilirim ki yazarın araya girip kendi düşüncelerini bize söylememesi ve kitabın sonunda bir yere varamaması “mutlu son” ya da anlamlı bir son bekleyenleri hayal kırıklığına uzatabilir. (Gerçi yazının başında peşinen kitabın en sonundan başlayabilirsiniz demiştim) fakat bu bitmemişlik bizde onu tamamlama arzusu uyandırır ve biz bir vaaz dinlemiş olmayız. Aksine düşünmeye, sorgulamaya başlarız.
Mutlu Vadi ve Aydınlanma
Kitabın konusuna gelecek olursak: Eski bir geleneğe göre tahta çıkmadan önce her türlü zevkin sunulduğu “Mutlu Vadi” denilen yerde taht sırasını bekleyen kahramanımız Prens Rasselas, mutluluğu bulmak için bu vadiden çıkıp yollara düşer ve eli boş döner dersem uzun bir cümleyle kısa bir özetleme yapmış sayılabilirim galiba. Evet, kısaca anlatmak ne kadar mümkünse bir cümleyle anlatılması aşağı yukarı böyle olur. Her şeyin mümkün fakat hiçbir şeyin yaşanmadığı bu vadi nasıl bir yerdir? Bir cennettir ya da daha doğrusu altın bir kafestir. Süreğen bir lüks halinin mutluluğu getirmek şöyle dursun mutsuzluğa sebep olduğunu gördüğümüz bu Mutlu Vadi’de negatif hiçbir şey yoktur. Bir kale gibi tahkim edilmiş dağ gibi kapısından kuş uçurtulmaz. İçinde yaşayan prens ve prensesler sürekli bir şekilde eğlendirilirler fakat eğlenemezler. Bu sarayın planı adeta kuşkuyla çizilmiş gibidir. Her şey o kadar mükemmeldir ki Prens Rasselas içinde yaşadığı boşluğu anlayabilmesi uzun bir zaman alır. Mutlu Vadi ile ilgili Rasselas şöyle der:
“Öyle bir yerdeyiz ki güçsüzlük kötü niyetlere engel oluyor ve kıskançlık toplu zevkler tarafından bastırılıyor.”
Sırf kötülüğe yol açıyor diye insanın olumsuz olarak nitelenen tarafları yani kıskançlığı, hırsı ve güç tutkusu bastırılırsa geriye insandan ne kalır? Doğrusu kitabın Aydınlanma dönemi yazılmış olduğunu unutmamak gerekir. Yukarıdaki “insan insanın kurdudur” fikriyle paralel olan cümle Hobbesçu insan doğasına karşı sert bir eleştiriyi içerir. İnsanlar birbirlerini yiyebilir diye onları zevk hapishanelerine tıkarsak geriye insandan ne kalır? Aydınlanma döneminde yazılan önemli eserlerden Ütopya eseri meşhurdur. İnsan aklı her türlü sorunu çözer ve kutsanır. Fakat Rasselas’da aklın sınırlarına yani karanlığa doğru gideriz. Sonu aydınlık olmayan bir karanlıkla yüzleşiriz. Her şeyin mükemmel olmasını umut etmenin karşısında Rasselas “Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği” insanlığın prototipini bize gösterir. Tuhaf bir biçimde neredeyse aynı günlerde Voltaire Candide adlı satirik romanında iyimserliğin canını farklı bir üslupla okur.
Anlatıya dönersek…
Bir gün Rasselas, hayvanlarla kendini kıyasladığında kendinde bir eksiklik keşfeder: İnsan için gelip geçici olmayan bir şeyin olabilmesin imkanının var olması gerektiğinden şüphelenir. Artık hiçbir şeyden zevk alamaz hale gelir. Eğer bir yerde her şeyin mümkün olduğuna inanırsanız karşılaştığınız ilk pürüz sizi hiçbir şeyin mümkün olmadığı düşüncesine saplayabilir. Alın size “Aynının Cehennemi” . Cennetten düşüş veya mağaradan çıkış, -ne derseniz deyin- hikâye çoğu zaman kahramanın bir eşikte olduğunu hissettirerek başlar. Bir gün onu eğlendirmesiyle görevli bir bilgeyle dertleşir ve bilge ona “Eğer dışardaki dünyanın eziyet ve kötülüğünü görseydin burada mutsuz olman için gerekli bir sebebinin olmadığını anlardın” der. Yani dışarda canavarların, gargantuaların olduğu buyrulur. Böylece kahramanımız Rasselas’a istemeden de olsa bir amaç vermiş olur. Yani bizde olmayan şey arzulanır hale gelir.
Dışarıda yaşanan hayatı görme ve seçim yapma imkânı… İşin tuhafı Rasselas uzun bir süre dışarı çıkma hayalleriyle yaşamaya başlar ve mutsuzluğu neredeyse sonlanır. Bir amacı olan için hayat anlamlı olmaya başlar. Fakat daha sonra yaşamını boş hayallerde geçirdiğine 20 ay boyunca hayıflanır. Bu hayıflanma da uzun sürer, hatta hayıflanmasına da hayıflanır. Adeta kendini kurban olmanın konforuna sokar.
Bu tarz hikayelerde kahramana eşlik eden bir tür yol gösterici mentor-bilgeler vardır. Hikayemizin bilge kahramanı İmlac görmüş geçirmiş ve hayattan hiçbir şey bekleyemeyecek kadar olgunlaşmış kahramanın tipik örneğidir. Çok geçmeden Rasselas’ı Mutlu Vadi’den çıkarmaya eşlik eder. Onu motive eder, dayanıklı olması için sabretmesini tavsiye eder. Hikâyeye sonradan dahil olan Rasselas’ın kız kardeşi Prenses Nekeyah ve naibesi Pekuah da ekibe katılır. Kahramanlarımız kapıdan değil, bir tünel kazarak Mutlu Vadi’den çıkarlar. Onları hiç kimse kovalamaz ya da takip etmez. Eğer hayatı yanlış bir yerde yaşıyorsanız makul yollardan çıkmanıza gerek olmadığı gibi mağaradan çıkmanız diğerleri için pek de önemli olmayabilir. Fakat çoğu insan sürüden ayrıldığında sürünün kendisini fazlasıyla önemsediğini düşünebilir.
Mutlu Vadi’den ayrılan kahramanlarımız dünyayı o kadar tanımıyorlar ki Prens Rasselas tıpkı vadide yaptığı gibi insanlara emirler yağdırmak ister. Hatta kız kardeşi Prenses Nekeyah altın ve gümüşün neden bu kadar değerli olduğunu algılayamaz. Gerçek karşısında resmen bocalarlar. Öte taraftan kahramanlarımız daha önce yaşadıkları Mutlu Vadi’deki gibi tam, negatiften arındırılmış pürüzsüz bir mutluluk beklentisi içindedirler ve eser boyunca her türlü yaşam biçiminin olumsuz tarafları karşısında hayal kırıklığına uğrarlar. Tüm oyuncakları isteyen küçük birer çocuk gibidirler.
Düşüncelerim
Böylesi saf bir mutluluk beklentisi üzerine düşününce şunu fark etmeye başladım: İnsana, başkaları sırf farklı olduğu için, “Ben” olmadığı için mutlu görünebilir. Başka olan ilgiyi çekendir. Sırf bu yüzden bana beni unutturur ve ben onun mutlu olduğunu zannına kapılırım. Seçtiğimiz hayat ya da meslek bize mutluluk vaat etmez, olsa olsa huzur verebilir. Huzur bizim mutsuzluğa karşı dayanaklığımızdır. Huzur bizim eksikliğimizi gördüğümüz, tanıdığımız ve kabullenip kabullenildiğimiz yerdedir. Fakat bu ülke her gün inşa edilmek zorundadır, bakım ister.
Mutluluğun daima bir gelecek beklentisi ile ilgili olduğuna inanıyorum. Evet, mutluluk sadece bir beklenti meselesidir. İnsan bazı anlarda haz duyabilir- o ayrı mesele. Fakat insanın yaşama iyimser bakmasını anlamak gerek. Ne demek istiyorum: Birincisi mutlu olan biri mutlu muyum sorusunu sormaz. Soruyu sorduğu an mutluluk kaybolur. Çünkü bir şey üzerine düşündüğümüzde o pürüzsüz, bütün olan şey parçalanmaya başlar. Düşünmeye başlar başlamaz yıkıcı olmaya başlarız. Yani felsefe yapılan alan bir şantiye alanıdır. Öyleyse mutluluk üzerine düşünen insan bir kere kesinlikle mutlu değildir. Mutsuzdur demiyorum dikkat edin. İkincisi gelecekle ilgili olan bir durumun, hele ki insani bir durumun tahmin edilmesi imkansızdır. Evet bazen umduklarımız tutabilir fakat bu hem devamlı değildir hem de ulaşılan şeyin bize mutluluk getirmesi kısa sürelidir. Üstelik sırf ulaşıldığı için bile mutsuz olabiliriz. Mutlulukla ilgili düşünen insan esasen anı kaçırır. Çünkü şu an bir kriz anıdır. Bir karar verme anıdır.
Krizlerde insan geçmişe dönebilir. Hatta geçmişte saplanıp kalabilir. Fakat sağlıklı insan geçmişe gider, bir şeyler alır ve önüne bakar. Böylece huzuru elde etmiş olur- ta ki yeni bir kriz peyda olana kadar. Hayat böyledir. İşte kitapta karakterlerimiz sürekli bir yaşam tarzına bakar ve onun olumsuz yanlarıyla yüzleşirler. Buradan şuna varmaya çalışıyorum. Yazarın bir varsayımı var: İnsan mutluluğu arar ve hayatın bir amacı da vardır.
Doğrusu bundan pek emin değilim. İnsan hayatının anlamının bireysel olduğunu hissediyorum. Şimdi niçin meselenin Aydınlanmanın zalim iyimserliği üzerine dönüp dolaştığını gösterebilmiş oldum herhalde. Aydınlanma bize eğer yeterince çaba sarfedersek cennetin bu dünyada var olduğunu söylemişti. Fakat dünya sonludur ve insan öleceğini bilir. Bununla baş edebilmek Aydınlar için zordur. Kitapta karşılaştığımız belli kimlikteki insanlar, Aydınlanmanın bu tiplerini gösterir. Bilim insanları, keşişler, mantıkçı bilgeler, gençler, çobanlar vs.; her biri Aydınlanmanın varsaydığı ve kutsadığı asil insan tipleridir. O dönem yazılmış seyahat eserleri, Avrupa aydınlarına doğal insanın mutlu ve asil olduğunu, medeniyetinse yozlaşmış olduğunu söylüyordu. Yani bu dünyada mutlu olmak için bazı adımlar vardı bu adımları atınca mutluluğu ve huzuru elde edebiliyordunuz.
Fakat Samuel Johnson’un yaşadığı hayat kendisine yaşamın hiç de hoş olamayan taraflarını bizzat göstermişti. İşte bizim karşımıza çıkan tiplerin her biri bir hayalle bir şeye tutunmuş fakat mutsuz olmaktan kaçamamış tiplerdir. Yani ne seçtiğimiz meslek ne de yaşam tarzımız bize huzur vermeyi vaat edemezler. Hatta erdemli yaşamak da mutluluğu garantilemez. Olsa olsa iç huzurumuzu sağlayabilir bunlar. Bir kavramın kendisinde kusur yoksa onu dünyada elde edebilmenin imkânı olabilir mi? Rasselas yolculuğu boyunca bir cevap bulmaktansa soruları çoğaltır bize. Bizi adeta kaçınılmaz sonla yüzleştirir. Rahatsız eder. Yani bu kitabı okurken bir edebi konfor bulmak mümkün değildir. Tüm kötülüklerden kaçabilir ve iyiliği elde edebilirsiniz fakat bu mutlu olacağınız anlamına da gelmez.
Kitapta bir mağarada yaşayan keşiş “iyi yaşayan bir insan için yaşamın her şekli iyidir” der. Fakat iyi yaşam nedir? Geleceğe dair umut etme kapasitesi ne denli fazlaysa insan iyi yaşıyor demektir. Bizim geleceğe dair umut etme kapasitemizin geçmişimizle ilgili olduğunu zannediyorum. Kitapta bir başka tuhaf karşılayacağımız durum Aydınlanma döneminin evrensel insan aklını kutsamasından dolayı bireysel bir mutluluğun imkânının araştırılmamasıdır. İnsanların mutlu olma formülleri tüm dünyada aynıymış gibi bir varsayım vardır. Ne de olsa aklın yolu birdir. Kahramanlar o mutlak mutluluğa ulaşmak isterken yolun sonunda hiçbir şey elde edemezler. Adeta her şeyi yiyen ama tat alamayan bir insan ne yaparsa kitap boyunca kahramanlar da onu yaparlar: Daha fazla yemek.
Son olarak bu kitabı niye bu kadar kurcaladım. Evet hayatlarımız tatsız. Çünkü elimizin altında çok fazla imkân varmış gibi görünüyor. Ve bu bizim ne yaparsak yapalım pişmanlık, suçluluk ve boşluk hissi duymamıza sebep oluyor. Adeta şişmiş patlayacak durumda gibiyiz. Fakat kitapta yıldızları yönettiği zannında olan bir bilim insanı vardır. Elbette mesele yıldızlar değildir. İnsan kendisiyle bu denli yalnız kalırsa ne yapar? İnsan bu denli kendisiyle ilgili olursa ne hale gelir? Kimse kendi halinden memnun olmadığı için olmadığı halini hayal etmeye başlayabilir hatta gittikçe o olmadığı şeyin mahkûmu olabilir. Sırtında bu yükle baş başa kalmaya korkar hale gelir. Kitaptaki bilim insanı tiplemesi dünyayı yönettiğine inanır fakat Prenses Nekeyah ve nedimesi Pekuah ile tanışınca elindeki gücünden şüphe duyar ve iyileşme süreci başlar. İnsana insandan başka iyi gelecek bir şey yoktur.
21. Yüzyılda insanlar kendilerinin fazlasıyla önemli olduğunu zannında yaşıyorlar. Kendi olma yolunda ilerlerken bir aynaya ihtiyacımız olduğunu unutuyoruz. Tıpkı her şeyin kadir-i mutlağı olduğunu zanneden o bilim insanı gibi sanrılara kapılabiliriz. Hayatın bize bir mutluluk borcu olduğunu düşünebiliriz. Dünyanın adil olması gerektiğine inanabiliriz. İşte bu durumda bir aynaya ihtiyaç vardır. Gerçeğin, olumsuzluğun ve kötülüğün aynasına. Bizi tam olmamız gerektiğine dair inançtan bir bütün olmaya yönelten kırık bir aynaya ihtiyacımız var. Bunu görmek bize acı verebilir fakat yüzleşmek en azından bizi o Mutlu Vadiden şüphe duymamıza sebep olacaktır. Bizi kesin cevaplarımızdan soru sahibi, sorun sahibi ya da bir dava sahibi yapacaktır. Hayatı çilesiyle kabul etmeye zorlayacaktır. Bilge İmlac’ın şu sözüyle bitiriyorum.
“Sen insanlık denizinde sadece bir zerresin, ne öyle olağanüstü bir erdeme sahipsin ne de öyle büyük bir suça ki, doğaüstü ödüller ya da cezalar yalnızca sana verilsin.”
Yorumlar (0)