Hollow Throne

Hollow Throne

Yazar: Yağmur Çağlar ·
18 Haziran 2025
Türkçesi

Çeviri: @adaduvide

Mutlu olmam gerekiyordu, diye düşündüm — kan saçlarıma, giysilerime sıçramış, hatta ağzımı doldurmuştu. Metalik bir tat dilimdeydi, ama aslında hiçbir tadı yoktu. Ne güç vardı onda, ne kudret, ne de en ufak bir görkem kırıntısı.

Keskin, ani bir kahkaha attım ve hayatta kalmak için çektiğim zalim sınavlar boyunca yanımda duran, sadık ama kör danışmanlarıma baktım.

Kraliyet muhafızları kralın durumunu kontrol etmek için hızla içeri daldılar. Hiç kimsenin beklemediği bir ihanetti bu — değil mi? Ben öyle düşünüyordum en azından. Kralın yanına dokunacakmışçasına yaklaştılar ve tam o anda, konuşamadan, ilahi bir güç duyularımı ele geçirdi. Ellerim kendi kendine hareket etti. Kılıcımı çekip tekrar savurdum. Bu sefer muhafızları durdurmak içindi. Çok yaklaşmışlardı. Çok fazla.

Kralın düşmüş başı her şeyi izliyordu. Eminim — izliyordu!

Boynundan akan kan genişçe yayıldı ve yüzüne ulaştığında gözleri kızıla boyandı. Hâlâ bu krallığı umursuyormuş gibi davranmaya cüret ediyordu. Hiç utanması yoktu. Hiç! Şimdi taç onun yanı başında duruyordu. Onu kurtarmıştım — bir zamanlar işe yaramaz, layık olmayan bir ruha bağlı kaderin zincirlerinden.

Hah! Artık kurtuldu.

İzleyiciler kendine geldi ve artık sadık şövalyelerim dizlerinin üzerine çöktü. Anı delen tiz bir ses yükseldi — çan çaldı. Bir kez. İki kez. Üç kez. Dört kez.

Rahatlamanın bir nefesi dudaklarımdan süzüldü.

“Çok yaşa, yeni kral!” dedi Richard. Gözlerimiz buluştu.

Bir anda her şey gerçekdışı hissettirdi. Görüşüm bulanıklaştı, başım döndü. Gitmem gerekiyordu. Buradan uzaklaşmalıydım. Taht çok yakındı ama inanılmaz ağır geliyordu. Arkamı dönüp odama açılan kapıya yürüdüm. Kanlı kılıcım mermer zeminde sürünerek korkunç tiz bir ses çıkardı. Taht odasına temizlik için gelen hizmetçiler, nasırlı elleriyle kulaklarını kapattı.

Çıkmaz koridorları aşarken neredeyse güneşin battığını fark edemeyecek kadar dalgındım. Odamın önüne geldiğimde garip bir şey sezdim. Birkaç mum halihazırda yanıyordu.

Tam üç tane.

“Üç,” dedi bir ses.

Nereden geliyordu?

“Sen kimsin?” diye sordum. Sesim titriyordu.

“Dileklerin filizlenip yabani çiçeklere dönüştüğünü gördüm,” dedi. “Ama sen — sen beni şaşırttın, insan.”

İçgüdüsel olarak geri çekildim ama kapı arkamdan aniden kapandı.

“Sen kapattın, değil mi?” diye çıkıştım. “Eğer kendini göstermezsen şövalyeleri çağırırım!”

Emir verir gibi konuşmaya çalıştım.

“Bu yaptığın doğru değil. Seni uyarıyorum!”

Birden, kuru, sahte, içten olmayan bir kahkaha dudaklarından döküldü.

“‘Doğru’ zaferle mi ölçülür?” diye sordu.

“Sen kendini kimin yerine koyuyorsun da bu uçsuz bucaksız krallığın kralını sorguluyorsun?” diye feryat ettim. “Böyle şeyleri söylemeye nasıl cüret edersin?”

Sonra mum ışığına doğru adım attı.

Gölgelerden çıkan, canavarca uzun bir yaratık. Gözleri dipsiz karanlık: içinde loş kırmızı bir ışık yanıp sönüyor, sanki cehennemin derinliklerindeki ateşler gözüküyordu. Sararmış, çürümüş dişleri yüzyıllardır sigara tüttürmüş gibi gözüküyordu. Kibirli gülümsemesi rahatsız edici şekilde gözlerine kadar uzandı.

“Sanırım randevumuz var,” dedi, sırıtıyordu.

“Yeni kral olmamdan ötürü bambaşka işlerim var,” dedim.

Yüksek, histerik, yankılanan bir kahkaha attı. Kim olduğunu sanıyordu?

Kahkaha birden durdu.

Boynumdan süzülen teri hissettim. Tüm bunlar başladığından beri ilk kez hayatım için korktum. Bu yaratık beni tek eliyle paramparça edebilirdi. Pençeleri o kadar keskin ki ellerinin ikincisi bile gerekmezdi.

“Endişelenecek daha çok farklı şeylerin var,” diye fısıldadı.

“Beni — Ne? Anlamıyorum,” dedim.

“Seni tanıyorum. Düşüncelerini. Hareketlerini. Ve kirli kalbini,” dedi sırıtışla.

Beni tanıyor muydu? Ne kadarını biliyordu? Bu yaratık neydi? Gerçekten de benim sonum muydu bu?

Geri çekildim ama bir anda yanımdaydı.

“Otur,” dedi.

Ve düşünmeden oturdum.

“Neden bunu yapıyorsun?” diye sordum. Artık gözyaşlarım özgürce akıyordu. Korkuyordum. Çok korkuyordum.

“Ölmeliyim,” fısıldadım. “Bu çirkin günahla yaşamamalıyım.”

“Bu kadar basit değil. Öyle olsaydı, burada olmazdım. Ve sen… bundan çok daha kötü bir vaziyette olurdun.”

“Azap bu,” diye haykırdım. “Daha kötüsü olamaz.”

“Ah, hayır,” dedi. “Daha kötüsü olabilir. Kardeşini düşün — kendi öz kardeşinin eliyle ölen…”

Birden kalbimi ele geçiren, yükselen bir ateş hissettim. Kirli kalbimi, onun dediği gibi.

“En iyisi buydu,” diye yanıtladım. “O hükümdarlığı bilmiyordu. Strateji, savaş ya da diplomasi bilmezdi. Birkaç yıl öncesine kadar sıradan biriydi — böylesine kutsal bir vasıfa asla uygun değildi. Yalnızca ben olabilirdim. Saf kana ben sahibim, soylu kana, kuşakların kanına. Sadakat, bilgelik, politik iktidar. Bu krallığın en zengin hanelerinin desteğini görüyorum.”

Söylediklerim beni bile şaşırttı; kendimden emindim.

“Ah,” diye mırıldandı yaratık, “bu kibir, bu kendini beğenmişlik. Yüzyıllardır görüyorum bunu — Sezar’dan Napolyon’a kadar. Hep yıkıcı bir olayla sonuçlanır… ve benimle.”

Yabancı isimler.

İlk mum sönüverdi.

Neden?

Onun yüzünden olmalıydı. Bir an yanıyor, sonra yok oluyordu.

Kaşlarını çattı, başını yana eğdi ve mırıldandı: “Vaktimiz…”

Cümlesini tamamlamadan durdu. Yüzüne, sanki uğursuz bir haber almış gibi bir sırıtış yayıldı.

“Sana yaklaşıyor,” dedi.

Odamda bir dedektif gibi dolandı; cinayet silahını arar gibi, hükmünü vermeye hazırlanır gibi. Gülünç.

“Ben adaletim. Yargıç, asker, kaptanım. Her şeyim. Ya sen? Benim olan bu topraklarda kimsin? Hiç.”

Ona bağırdım.

İfadesi değişti. Karanlaştı, şimdiye dek gördüğüm en uğursuz haline büründü. Gözleri, neredeyse ruhuma işleyebilecek kadar derinleşti.

Tek bir kelime fısıldadı:

“Kibir.”

Hava ağırlaştı. Nefes almak zorlaştı. Göğsüm daraldı. Sonra, rüzgar ya da hareket olmadan,

ikinci mum sönüverdi.

Her şey korkunç bir rüya gibiydi. Elbette uyanacaktım. Ama gerçekti — fazla gerçekti. Onun sesi, sözleri, varlığını savunma biçimi… Daha önce hiç duymamıştım böyle bir şeyi.

Kimse beni sorgulamamıştı. Kimse. Hep övülür, desteklenir, yüceltilirdim — hiçbir zaman hayallerim sorgulanmazdı. Ama bu yaratık?

Beni sadece sorgulamıyor, cehennemden söz ediyordu. Buraya beni cezalandırmaya mı gelmişti?

Başım ağrıyordu. Her şey karmakarışıktı.

Böyle olmamalıydı.

Düşüncelerimi böldü:

“Sana gelecek olan son, hak ettiğin son.”

Bu sefer gülümsemedi.

Genelde böyle sözlerden sonra gülerdi — ya da güler miydi? Artık bilmiyordum. Artık hiçbir şeyi bilmiyordum.

Son geliyor.
Ne son?
Ne zaman—

Bir kahkaha duydum.

Yanımdaydı artık — o kadar yakın ki, nefesini hissedebiliyordum. Çürümüş et kokuyordu — savaş alanlarında çürümüş leşler gibi. Ama daha kötüsü. Çok daha kötü. Koku burnumu yakıyordu.

Dudaklarını garip bir şekilde bükerek gülümsedi. Ne kendinden emin ne de zalimdi. Neredeyse… acıyor gibiydi.

Ve sonra,

son mum sönüverdi.

Karanlık.

Geriye sadece onun gözleri kaldı.

Artık boşluk değil,

Kızıl alevler misali yanıyorlardı.

Yağmur Çağlar

Yağmur Çağlar

Ben Yağmur.

31 Mart 2025 · 3 yorum İmaro’yu Asmışlar

[dropcap type=”letter”] M [/dropcap]akarna yapmaya geçmişim mutfağa; bol tuzlu, bol körili, kırık; kesinlikle yoğurtla. Ağzıma alırken dudaklarımla süzüyorum, acısı porselende kalsın, yoğurdu da yanında. Hava ayrı bir kasvetli bugün, İmaro’yu asmışlar. Balkona çıkmaya çekiniyorum, bir yerlerde tetikçiler var. Tabii gizlenen tetikçiler değil İmaro’yu asanlar. Özünde kötü çocuktu, okul bahçesine havuz yaptırma vaadiyle sınıf sınıf dolaşarak […]

Yazar: Sude Türk

Yorumlar (1)

Gloomy, dark, tense, and Poesque.
‘Usually, he smiled after such proclamations—or did he? I didn’t know anymore. I didn’t know anything anymore.’
A wonderful passage describing how the crisis and tension the character finds himself in prevent him from perceiving and understanding reality. A beautiful piece of work that shows your potential as a writer. Keep up the good work!