Eve vardığımda geceydi; dünya bir fırtınanın pençesinde kıvranıyordu. Dışarıda tipi öyle vahşi esiyordu ki göz gözü görmüyordu; kar taneleri, tenimi bir zımpara misali yakan iğneler gibi çarpıyordu. Gökyüzü, sanki bir şeytanın öfkesiyle yırtılmıştı. Rüzgâr, evin tahtalarını bir ninni değil, bir ağıt misali inletiyordu. Yine de kendimi zor bela kapıya attım; parmaklarım soğuktan kaskatı, üstelik kemiklerim buzun ağırlığını taşıyordu. Anahtarları ve sırılsıklam elbiseleri bir köşeye savurdum; banyoya koştum, sıcak suyun altına sığındım. Su, bedenimi bir battaniye gibi sardı; normalde olduğumdan uzun kaldım, sanki fırtınanın izlerini tenimden silmek istiyordum. Kemiklerim gevşedi, kaslarım çözüldü; banyodan çıktığımda, yorgun ama mutlu bir adamdım.
Mutluluk, insanın ihtiyaçlarına kulak vermesiydi sanki. Karnım zil çalınca mutfağa yöneldim; bir şeyler atıştırmak, geceyi ısıtmak istiyordum. Tezgâhta ekmek kırıntıları, Ayberk’in sabah bıraktığı reçel lekeleri… Ev adeta bizimle nefes alıyordu. Ancak o sırada uyuyan Betül’ün uyanışını duydum; yukarıdan gelen hafif ayak sesleri, merdivenlerin gıcırtısına karıştı. Birkaç saniye sonra yanımdaydı; gözleri uykunun tatlı sisiyle bulanık, ama gülümsemesi her zamanki gibi sıcacıktı. Boynuma sarıldığında saçları yüzümü örttü; parfümünün lavanta kokusu, fırtınanın soğuğunu unutturdu, mutluluğum bir dalga misali yükseldi.
“Sıhhatler olsun hayatım” dedi, sesi yumuşacık. “Yeni mi geldin? Mesai epey uzamış.”
“Teşekkürler” dedim, gülümseyerek. “Evet, maalesef öyle; ofis bir bataklık gibiydi bugün.”
“Sandviç yapalım mı, ne dersin?”
“Harika fikir.”
Birlikte mutfağa koyulduk; sebzeleri doğrarken bıçağın ritmi, evin sessizliğini doldurdu. Domateslerin sulu kırmızısı, marulların çıtırdayışı, Betül’ün kahkahası… Sanki dünya, bu küçük an için durmuştu. Hamarat değildim, ama iyi iş çıkardım doğrusu; sandviçler, ekmeğin kokusuyla bir şölene dönüştü. Lezzetliydi; her ısırık, fırtınayı biraz daha uzaklaştırıyordu.
Yemekten sonra odaya çıkmak için koridora adım attım. Karanlık, bir battaniye gibi ağırdı; evin eski tahtaları, fırtınanın eşliğinde usulca inliyordu. O sırada bir siluetle burun buruna geldim; gözleri çakmak çakmak parlıyordu, bir an kalbim göğsümden fırlayacak sandım. Ama hemen sonra tanıdım: Ayberk’in oyuncakları, her zamanki gibi koridorda darma dağın. Plastik bir astronot, yamuk bir gülümsemeyle bana bakıyordu; yanındaki tek gözü kopmuş pelüş bir ayı gölgelere sırıtır gibiydi. Rahat bir nefes aldım; oğlumun dağınıklığı her zamanki masum kaosuydu. Ama tam gözlerimi çevirdiğimde, astronotun kolu kıpırdadı sanki. Bir an, sonra bir daha. Kalbim yeniden hızlandı; “Bu bir gölge oyunu mu?” diye düşündüm.
Betül yanıma geldiğinde, şakayla karışık sordum: “Bu oyuncak hareket ediyor muydu yahu?”
O, kahkahayla yanıtladı: “Yalnızca kana susadığı zaman!” Gülüştük; ama gülüşüm, boğazımdaki tuhaf bir yumruyla kesildi.
O sırada astronot yavaşça doğruldu; plastikten kolları, bir kuklanın ipleriyle oynar gibi kasıldı. Ansızın arkasından bir bıçak belirdi; mutfaktan aldığımız o paslı ekmek bıçağı, fırtınanın gölgesinde parlıyordu. Üstüme zıpladı; yere devrildiğimde, dünya bir an için sustu. Betül’ün çığlığı koridoru yırttı: “Ne oluyor Emir, iyi misin?”
Gözünü kan bürümüş bu… şeyle boğuşurken, bıçağın soğuk metali boynuma sürttü. Nefes nefese, “Oyuncak beni öldürecek yahu!” diyebildim. “Çabuk bir şey yap!”
Betül panikle koştu; bir yandan “Oyuncak yerinde duruyor, Emir!” diye bağırıyor, bir yandan boynumdan sızan kırmızılığa bakarak çığlık atıyordu. “Polisi mi arayayım, Allah’ım ne oluyor, ne yapayım?”
“Şu lanet oyuncağı al üstümden!” diye haykırdım, sesim boğuk bir hırıltıya dönüştü. “Kesecek boynumu, kuvvetli namussuz!”
Tam bıçak derime gömülecekken, Betül masadan kaptığı cam bir bibloyu savurdu. Vuruşu öyle keskindi ki astronot havada bir takla atarak şöminenin alevlerine daldı; plastik erirken iğrenç bir cızırtı yükseldi, yanık kokusu koridoru sardı. Derin bir nefes aldım; “Elin de ağırmış” diyebildim, gülmeye çalışarak. “Bu oyuncak bir dahaki yıla kadar hisseder acısını.”
Betül’ün gözleri korku ve şaşkınlıkla doluydu; “Ne oldu Emir, sahiden neydi bu?” dedi, sesi titriyordu. Yaramı yıkadık, sardık; mutfakta oturup olayı enine boyuna konuştuk. Oyuncak, Ayberk’in eline nasıl geçti, bu evde başka neler saklıydı? Betül, “Belki eski kiracılardan birinin laneti” dedi, yarı şaka yarı ciddi. Güldük, ama gülüşlerimiz havada asılı kaldı. Unutmaya karar verdik; odaya çıktık, yatağa gömüldük. Ama uyku, bir gölge gibi kaçıyordu.
Gecenin köründe patırtılarla uyandım. Gözlerimi araladığımda Betül mışıl mışıl uyuyordu; yorganın altında huzurlu bir tepe gibiydi. Ama bir şey tersti; göğsümde yapışkan bir sıcaklık hissettim, tenimde ağır bir ıslaklık. Işığı açmak için uzandım; bir el bileğimi yakaladı, soğuk ve kemiksi. Işık kendiliğinden yandı; loş sarılık odayı bir mezar gibi kapladı.
Karşımda Ayberk’in oyuncakları duruyordu. Astronot, pelüş ayı, kopuk kafalı bir bebek… Hepsi üstümdeydi; gözleri, karanlıkta parlayan cam boncuklar misaliydi. Ellerimi bağlamışlardı; ipler, tenimi yakıyordu. Ama asıl dehşet, Betül’ü gördüğümde çöktü: Göğsünde kocaman bir bıçak, kan gölcükleri yatağı kızıla boyamıştı. Oyuncaklar, cesedini banyoya sürüklüyordu; pelüş ayının tek gözü, bir sırıtışla bana bakıyordu. Çığlık atmak istedim; ağzımdaki çorap, sesimi boğdu. Vücudum iplerle zincirli; tek bir kıpırtı bile imkânsızdı.
Korku, bir dalga gibi yuttu beni. “Bu bir rüya” dedim kendime, ama kanın kokusu, iplerin acısı çok gerçekti. Oyuncakların arasında bir gölge belirdi; uzun, sıska, insan değil. Yüzü yoktu, ama gözleri… Gözleri, evin ta kendisiydi sanki. Tuhaf bir lisanda fısıldamaya başladı; sözcükler, zihnime bir zehir gibi aktı. Işıklar yandı, söndü; bir ayinin nabzı gibi.
Gölge, bıçağı kaldırdı; metal, fırtınanın gölgesinde parladı. Anladım: Kurban bendim. Bıçak boğazıma değdi; soğuk, bir buz parçası gibiydi, ama kanım fışkırdıkça sıcak bir nehir misali aktı. Oyuncaklar dans ediyordu; plastikten kollar, pelüş pençeler, kopuk bebek başı… Hepsi, bir düğünün çılgın ritminde dönüyordu. Tuhaf lisanları kulaklarıma doldu; “Ev uyanıyor” dediklerini sandım, ama belki zihnim kırılıyordu.
Gözlerim kararırken, astronotun yamuk gülümsemesi son gördüğüm şey oldu. Soğuk, sıcağa galebe çaldı; karanlık, dört yanımı esir aldı. Oyun bitmiş, perde kapanmıştı. Ama bir yerlerde evin tahtaları hâlâ inliyordu; fırtınada gülerek dans ediyordu.
Oyuncaklar, tarih boyunca onun altında hüküm sürdüğü insanların tiranlığından bıkmış olmalı.