Bence asıl sorun, mutluluğun ne olduğu ile ilgili. Bilmiyorum, çok “sol” bir bakış açısıyla mı düşünüyorum; ama bana göre kapitalist sistem, mutluluğun ne olduğunu bize dikte etmiş ve onsuz mutlu olamayacağımızı söylemiştir. Yani daha iyi bir telefonun, daha iyi bir arabanın, daha geniş bir evin mutluluk getirdiğini öğretmiş ve umutsuzluğa, fakirliğe, mutsuzluğa sürüklenmiş insanları bu şeylere sahip olabilmek için daha fazla çalışmaya zorlamıştır. Sonuç olarak, onca mesaiye, mobbinge ve kaybedilen sağlığa rağmen, insanlar bir süre sonra bu şeyleri elde eder ve sahte bir mutluluk yaşar. Tabii ki bu sahte mutluluk kısa sürer ve yeniden mutlu olabilmek için döngüsel bir şekilde daha fazla çalışıp yeni şeyler elde etmeye çalışırlar. Sonuç olarak, hem hayatta zevk aldıkları şeyler azalır, hem mutluluğun süresi ve etkisi kısalır, hem de bu süreçte zamanlarını, sağlıklarını kaybederler. Dahası, zihinlerini başkalarının belirlediği kurallara teslim ederler.
Kendi hayatımdan ve insanların ortak deneyimlerinden vereceğim örneklerle anlatmaya çalıştığım şeylerin daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Günümüzde genel bir “eskiye özlem” hali var. Bunun sebebi, insanların beyinleri “zehirlendiği” için mutluluk denen şeyin etkisinin ve süresinin giderek azalmasıdır. Eskiden biri, yeni bir şeye sahip olduğunda bir hafta boyunca on üzerinden on şiddetinde bir mutluluk yaşarken, şimdi aynı durum bir gün boyunca üç şiddetinde bir mutluluk hissi yaratıyor. Böylece geçmişe baktığında o zamanların çok mutlu olduğunu sanıyor.
Genel olarak, insanların en mutlu olduğu zamanlar çocukluk yıllarıdır. Bunun tek sebebi bu değil, biliyorum; ancak bence en büyük nedenlerinden biri, o zamanlar zihnin daha az kirlenmiş olması ve mutluluğun birkaç basit şeye indirgenmemesidir. Örneğin, eskiden okula gidip arkadaşlarını gördüğü için mutlu olur, derste ilgisini çeken bir konu olduğu için mutlu olur, teneffüste oyun oynadığı için mutlu olurdu. Çünkü o zamanlar kimse ona mutlu olabilmesi için bir kafeye gitmesi, pahalı ve marka kıyafetler giymesi gerektiğini dikte etmemişti.
Ben, hep bu dışsal mutluluk tanımlarına ve sürekli daha fazlasını isteme tuzağına kapalı kaldım. Mutsuzluktan acı çektiğim zamanlar çok az oldu. Çektiğim acıların çoğu, kendi mutsuzluğumdan değil, başkalarının düştüğü durumlardan kaynaklanıyordu. Birkaç örnek vermek gerekirse; pandemi döneminde, evde kötü bir bilgisayar ile vakit geçiriyordum. O zamanlar kitap okuma alışkanlığım olmadığı için zamanımı bilgisayar oyunlarıyla öldürüyordum. Benim bilgisayarım kötüydü ve arkadaşlarım birlikte oyun oynarken ben yalnız kalıyordum. Ancak bildiğim bir şey vardı: Mutlu olmak için en iyi oyunlara ya da en iyi bilgisayara ihtiyacım yoktu. Bir gün, keşfettiğim bir şarkıyı dinlerken, 2000 yılından kalma basit bir oyun oynayarak çok mutlu olmuştum.
Benzer şekilde, tüm arkadaşlarım dışarı çıkıp kafelerde mutluluğu arıyordu. Ancak onların aksine, mutluluğumun kalabalıkta mı yoksa sessizlikte mi olduğunu sorgulamış ve bu konuda tecrübeler edinmiştim. Sonuç olarak, beni en mutlu eden şeyin, sessiz sakin bir yerde bir arkadaşımla sohbet etmek olduğunu fark ettim. Arkadaşlarımı da buna ikna ettim. Birlikte marketten içecek alıp sessiz bir parka giderek saatlerce sohbet ettik. Yıllar boyunca da okuldan çıkıp buluştuğumuzda hep o parka gittik ve hiç mutsuz olduğumu hatırlamıyorum. Bugün o arkadaşıma geçmişe dair mutsuz olup olmadığını sorduğumda, verdiği cevap netti: “Olmadı.” Şimdi ise diğer arkadaşlarım, mutluluğu bulmak için (?) kafe kafe dolaşıyorlar. (Burada karşı olduğum şey kafelere gitmek değil, mutluluğu mekanlarda aramak.)
Olayı daha fazla uzatmadan bitirecek olursam, benim için mutluluk, başkalarının sana gösterdiği şeylerde değil, elindekinin tadını çıkarmakta ve kendi mutluluğunu bulmakta başlıyor. Unutmamak gerekir ki, mutluluğun bir diğer kaynağı da iyi bir insan olmaktır. Çünkü düşüncelerinizle on saniye baş başa kaldığınızda—eğer vicdanınızı yitirmediyseniz—vicdanınız sizi yargılamaya başlar. Mutsuzluk için bahane arayan zihniniz, bu yargılamalarla sizi mutsuzluğa mahkûm edebilir.
Mutluluk üzerine güzel bir yazı olmuş
Teşekkür ederim
hayatımın hiçbir evresinde mutluluğu maddiyatta veya ortamlarda arayan biri olmadım. belki anneannemin sürekli söylediği “fakir şeytandır” sözü ve görece varlıklı dayımın yırtık çanta ve takımlarla gayet havalı duruyor oluşu gibi durumlar bunun sebeplerinden bazılarıdır, sosyal medyanın karanlık yüzüyle erken yaşta tanışmayışım da bir etken olabilir tabii… neyin sebep olduğunu tam olarak söyleyemesem de sonucunda bunun tartışma konusu oluşunu bile asla anlamlandıramayan bir noktada olduğumu söyleyebilirdim, ilk okuduğumda yazıyı benimsemek konusunda zorluk yaşadım; daha sonra biraz üzerine düşmem gerektiği hissedip bunu yaptım ve aslında buna çok benzer bir durumu farklı semptomlar göstererek yaşadığımı fark ettim, daha doğrusu uzun zamandır bilincinde olduğum gerçekliğin bu durumla uyumlu olduğunu gördüm. “başarı” gözümdeki yeri büyüktü; hala da öyle, sadece yolu değişti. değişmeden evvelki hali ise şu an görüyorum ki asla bana ait değildi. sistem bize diyor ki: matematik yapabiliyorsan içinde matematik olan bir şey yapmak zorundasın, aksi takdirde potansiyelini boşa harcamış olursun. başta hak veriyordum ve zannediyordum ki matematik gerçekten en keyif aldığım şey, kim matematikten zevk almaz ki?! oysaki matematik bu sistemde beynimizi kullanmamıza müsaade eden nadir alanlardan olduğu için çekmiş beni, eserleri ezberletilen Halit Ziya’dan veya oluşma mantığı anlatılmadan aktarılan dağlardan öte bize 2 dakika da olsa üzerine uğraşabileceğimiz bir alan bıraktığı için… sistem bize sürekli bir disiplinin diğerinden daha üstün olduğunu hissettirmeye çalışır ve biz de ona göre hedeflerimizi şekillendiririz çünkü sistem aynı zamanda bizi eksik hissettirecek çarkları da barındırır içinde. bu durumu ilk hissedip hissettirişim 11. sınıfta okulu açığa aldırıp sporda yoğunlaşmam üzerine olmuştu. demiştim ki “ben antrenör olacağım, hem de lig oyuncusu!” sonrasında okulda bayıldığım öğretmelerimi (onlar da bana bayılır) ziyarete gidip bu fikrimi paylaştığımda bayıldığım felsefe hocam (o da bana bayılır) kötü kötü bakmıştı. ona “bir şeyi yapabiliyorum diye yapmak zorunda mıyım?” diye sormuştum ve o da “tabii ki zorundasın.” demişti… günler geçti, hedefler değişti sürekli ama içimde hep bir kompleks vardı. ben buna “tipik sayısalcı kompleksi” diyorum. hani “herkes tarih yapabilir ama herkes fizik yapamaz” tayfa, disiplinleri sınav sorularından ibaret görenler. arzularımız, heveslerimiz, hedeflerimiz; 18 yaşındaki bizler tarafından değil sistemin becerilerimizi yoğuruş biçimi üzerine oluşturuluyor. burada yazını en çok hissettiğim parçam ise şu: ancak bu hedeflere ulaştığımızda hayatın başlayacağına inandırılıyoruz, 18 yılı çoktan devirmişken.