GİRİŞ
Kültür, tarih boyunca insan hayatının en çok hissedilen ama en az sorgulanan olgularından biri olmuştur. Antik dönemde cultura terimi toprağın işlenmesi anlamını taşırken zamanla insan zihninin de benzer biçimde ‘işlenmesi’ fikrine doğru evrilmiştir. Ancak bu kavram, modern anlamda ilk defa Edward B. Tylor tarafından tanımlanmıştır. Ona göre kültür, “insanın toplum üyesi olarak öğrendiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, hukuk, gelenek ve diğer yeti ve alışkanlıkların bütünü”dür (Tylor, Ilkel Kültür, 1871 [Türkçesi: Say Yayınları, 2003]).
Ne var ki bu tanım kültürü “nesneleştiren” bir çerçeveye sıkışmakta. Oysa kültür, çoğu zaman içinde bulunduğumuz ama adlandırılmamış bir “yaşama biçimi” olarak kendini hissettirir. Bu makale kültür tanımının tarihsel olarak neden ve ne zaman bir sorun haline geldiğini, bu sorunla ilk yüzleşenlerin kimler olduğunu ve günümüzde nasıl bir boşlukla karşı karşıya kaldığımızı irdeleyecektir.
Kültür Nedir?
Kültürün neliği sorunu en azından içlem açısından belirlenmiş durumdadır. O, tıpkı çocukların sabun köpüğünden yaptığı bir baloncuk gibidir; insanlar daima onu üfler. İnsanın içinde bulunduğu bu baloncukta kendisinden olmayanı (ötekiyi) “görmesi gerektiği gibi gördüğünü” söylemek yanlış olmaz. Bu bakımdan bireysel bir kültürden söz edebilmek mümkün değildir. Fakat kültürün neliği sorununu ortaya atmak “kültürlenmiş” insanların sorabileceği bir soru değildir. Clifford Geertz’in kültürü “bir gözlük” gibi tanımlaması (Kültürlerin Yorumlanması, Türkçesi: Hil Yayınları, 1990), bu noktada önemlidir. Geertz’e göre kültür, insanın dünyayı anlamlandırma biçimidir; çoğu zaman fark edilmez çünkü onun içindeyizdir. Kültürün ne olduğu veyahut ne olması gerektiği sorunu o şeffaf balonun içinde olmayanlar tarafından dile getirilir. Bilindiği üzere kültür daima değişim ve dönüşüm halinde, devingen bir ilkeyle devamlılığını sağlar. Onun devinimi daima öteki ile karşılaşma anlarında, bir kriz anında ortaya çıkar. Öteki ile karşılaşan insan, kültür balonunun bir anda işlemez olduğunu görür. Vardığı yer artık bir boşluktur. Edward Said’in Oryantalizm (Türkçesi: Metis Yayınları, 1999) adlı eseri, bu “ötekiyle karşılaşma” fikrini derinleştirir. Said’e göre Avrupalı, Doğulu’yu tanımlarken aslında kendi kültürünün sınırlarını çizmektedir. Bu sınır bilinci, baloncuğun çatlamasıdır.
Entelektüel ve Kültür
Vardığı bu hiçlikte entelektüel artık kültürlenmiş değil “kültürlü insan” haline gelir. Kültür artık onu tamamıyla kapsayamaz. Olsa olsa artık onu bir süs olarak görür. O, içinden çıkmış olduğu balonun maruzu değildir artık. Bu sebeple kültürün nasıl işlediğinin çözümlenişinin imkânı doğmuş olur. Kültürün tanımını yaparak onun ne olduğu veya nasıl işlediği gibi soruları soran ve kendince cevaplayan yalnızca entelektüellerdir. Kültürün tanımı, içinden çıktığı balonun boşluğundan doğmuştur ve bu dayanılmaz boşluk hissi onu kültürün nasıl olması gerektiği sorununa getirdiği gibi artık bu tanımlanmış yeni kültür evrensel hale getirilir. Michel Foucault, Yazar Nedir? (Türkçesi: Ayrıntı Yayınları) ve Bilginin Arkeolojisi (Türkçesi: Ayrıntı Yayınları, 2001) adlı metinlerinde entelektüelin bu tür bilgi rejimlerini ifşa etme sorumluluğunu üstlendiğini vurgular. Fakat bu inşa etme istenci onu içinden çıktığı kültürle karşı karşıya getirir ve yabancılaşma süreci başlar. Entelektüeller yalnızca toplumla değil kendi gibi başka entelektüellerle de hesaplaşma sürecine girer. Zygmunt Bauman, Modernlik ve Müphemlik (Türkçesi: Ayrıntı Yayınları, 2003) ve Akışkan Modernite (Türkçesi: Can Yayınları, 2003) adlı eserlerinde bu yabancılaşmanın modern bireyin yalnızlığına dönüştüğünü savunur.
Birey, Toplum ve Kültür
Kültürel sabitlerin çözülmesiyle birey, anlamın buharlaştığı bir dünyada yaşamak zorundadır. Böylece kültürün ne olduğu, nasıl işlediği veya nasıl işlemesi gerektiği gibi problematikler yeniden ele alınır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: kültürlenmiş insan için bu tarz problemler söz konusu değildir. O, kültürün doğru, iyi, makul denilen şeylerini yapar ve onu olduğu gibi kabul eder. Kültürlenmiş insan kültürün bir iktidar biçimi olduğunu, hatta en güçlü iktidar biçimi olduğunu bilmez. Kültür ona kendisini fark ettirmeden yerleşmiştir. Bu bakımdan kültürle mücadele eden ve onu dönüştüren yalnızca entelektüellerdir. Kültürün en büyük araçlarından biri de tarihtir. Tarih daima bugün ve gelecekle ilgilidir. Hiçbir tarihçi esasında salt geçmişle ilgilenmez. Yaşadığımız anın yeniliğini sindirebilmek için tarihçiler bugün olan bitenlerin geçmişte de olduğunu sürekli bir biçimde kurgular. Bu bakımdan gerçek bir tarih söz konusu değildir. Tarih olsa olsa bizim bakış açılarımızı değiştirebilir. Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi, Hapishanenin Doğuşu (Türkçeleri: İmge ve Ayrıntı Yayınları) gibi metinlerinde tarih, bir güç/iktidar söylemi olarak belirtmişti.
Bugün kültür bir yük olarak kabul edilmiştir. O artık bir baskı aracı, kötücül bir doğaya sahiptir. Hatta doğal olan, en doğru olan yaşam biçimi olarak görülmektedir. Esasen bu da yeni bir kültür tanımıdır. Kültür bu bakımdan artık gereksiz bir yüktür. Fakat postmodernite kültürü bireye indirgerken, beraberinde insanoğlu için muazzam bir izolasyon ve ruh sağlığı bozunumu getirmiştir. Her bir birey artık kültürü kendince yorumlamaktadır. Byung-Chul Han’ın Şeffaflık Toplumu (Türkçesi: Notos Yayınları, 2014) ve Mark Fisher’ın Kapitalist Gerçekçilik (Türkçesi: Encore Yayınları, 2021) kitaplarında bu yeni kültürel yükün birey üzerindeki yıkıcı etkileri derinlemesine analiz edilir. Bu da esasen topluma ait olanın bireyin sırtına yüklenmesi demektir. Entelektüellerin bugün görevi bireye dayanan bir kültürü mümkün kılmaktır. Kültür, tanımlanabilirliğini kaybetmiştir. O artık bugün bireye özgü hale gelmiş atomize olmuştur.
Kapak fotoğrafı: Golconda, 1953 Rene Magritte
Güzel bir yazı olmuş, eline sağlık.
Teşekkürler sağol.