Post-Sanat Çağında Eser Kime Aittir: Yapay Zeka ve Edebiyat

Post-Sanat Çağında Eser Kime Aittir: Yapay Zeka ve Edebiyat

Yazar: Emre Bozkuş ·
14 Mayıs 2025
↑Reto’dan Sesli Olarak Dinleyebilirsin↑

Yapay zeka aracılığıyla yazılmış bir eser sahiden de dijital sanat olabilir mi? Dijital sanat, bilgisayarı bir araç olarak kullanmayı mı yoksa yaratıcılıkta da pay sahibi bir partner, ortak olmasını mı ifade ediyor. En basit deyimle Wikipedia bile bu konuda ikinci seçeneğin ihtimal dahilinde oluşuna göre kanaat beyan ediyor. Haliyle sanatın, sanatçının ne olduğu meselesi bu bağlamda tartışmaya açık hale geliyor.

Tartışma tam da burada başlıyor: Yapay zekânın üretimi bir temsil mi yoksa simülasyon mu? Jean Baudrillard’ın deyimiyle bir “simülakr“la mı karşı karşıyayız? Gerçeğin yerini almış ve artık ona referans bile taşımayan bir temsil midir bu? Zira yapay zekâ, ne doğrudan bir deneyimi yaşar ne de onun yankısını taşır; yalnızca o deneyimin dilsel ya da görsel izlerini tekrar işler. Bu durumda ortaya çıkan ürünün “eser” değil, olsa olsa “görünüş” olduğunu söylemek gerekmez mi?

Diyelim ki fotoğraftaki kitabı örnek alalım: yapay zekânın girilen komutlara göre çıktı verdiği ve bu çıktıların düzenlenerek bütün haline getirildiği “şey” nasıl tarif edilir ya da edilmelidir? Şayet yapıt diyeceksek, burada bir sorun ortaya çıkıyor. Yapıtın tanımı “ortaya konulan ürün, eser” ifadesiyle karşılanıyor. Oysa yapay zekânın hayal ederek sunduğu parçaların uygun biçimde montajını kapsayıp kapsamadığı meselesi henüz bir soru işareti.

Zira ortaya konulan ürünün bir yapıt ya da daha doğru ifadeyle eser sayılabilmesi için eskilerin deyimiyle müellifinin izlerini taşıması gerekir. Zaten sanatın ve sanatçının özgünlüğünü, değerini belirleyen ölçüt de budur. Walter Benjamin’in “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri”nde belirttiği gibi, bir eserin “aura”sı onun zamanla ve mekânla olan özgün bağından kaynaklanır. Aura, sanatçının ruhu, bağlamı ve niyetiyle yoğrulmuş biricik bir varlıktır. Oysa yapay zekâ üretimi, Benjamin’in tanımıyla bu aurayı kaybetmiş, her an yeniden üretilebilir bir görsel ya da metinsel çoğaltıma dönüşmüştür.

Aksi halde birbirinin kopyası metinlerin oluşturduğu bir yığın meydana gelecektir; işin trajik yönü ise, bunun tartışılabilecek yanlarının da sırf maddi çıkarlar yüzünden durmadan törpülenmesi. Eser kelimesinin tanımında dahi “sahibinin özelliklerini taşıma” vurgusu yapılması boşuna değildir. Yapay zekânın Van Gogh gibi eserler çizmesi, Van Gogh gibi “aykırı” çizgiler, renk kullanımı ve kompozisyonlar ortaya çıkarabileceği anlamına gelmiyor. Van Gogh’un çizgisi yalnız estetik bir tavır değil, aynı zamanda bir ruhi parçalanmanın, bir varoluşsal yalnızlığın tuvale yansımasıydı. Yapay zekâ ise o yalnızlığı yalnızca veri olarak işler.

Elbette bu söylediğim günümüzün şartlarını göz önüne aldığımızda geçerli. Yine de, halihazırda şahit olduğumuz tablo şimdilik böyle görünüyor.

Öte yandan postmodern bile denilemeyecek kadar büyük bir absürdün içinde gezindiğimiz bir gerçek. Yanlış anlaşılmasın, burada özne Koda ya da Beyza Hanım gibi görünse bile vurgu ona değil. Asıl sorun, fosmodern diyebileceğim kadar şirazesi kaymış noktaya böylesine istekli ilerlememiz. Roland Barthes “Yazarın Ölümü”nde anlamı yazardan alıp okuyucuya verirken, bugünün dijital çağında yazar da, okuyucu da, hatta metnin kendisi de görünürlük algoritmalarına teslim olmuş durumda. Haliyle bahsi geçen durum Barthes’ın bile tahayyül etmediği türden bir “anlamsızlık ekonomisi” yaratır.

Entelijansiyanın kendi içinde kifayetsiz muhterisler birliği kurması hatta bununla yetinmeyerek küçük burjuvalığı riyanın doruklarında yaşamaları asıl acı olan. Sanatçının değil, görünürlük kazanan içerik üreticisinin kutsandığı bu çağda Guy Debord’un “Gösteri Toplumu“ndaki tespiti hâlâ kulaklarımızda çınlıyor:

“Gösteri, kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunar. Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür der, başka bir şey demez.”

Ve belki de daha da önemlisi, bu gösterinin karşısında artık kimsenin bir yanıt verme niyeti bile kalmamıştır. Edilgen bir kabulleniş, simülasyonun zaferidir.

Martin Eden‘ın idealizmden nihilizme sürüklenişinde ya da Selim Işık’ın gözünden acı acı güldüren Oğuz Atay ironisinde olanca çıplaklığıyla bunu görüyoruz. Martin’e selam bile vermeyen editörlerin riyasının anlatıldığı eserin bugün Martin Eden ismiyle övünerek yayınlanması ironik, değil mi? Oysa onca emeğin nihayetinde çıkan bir Martin Eden’den onlarcasını çok daha kolay üretmek mümkün artık. Ludizm sanmayın bunu; Oportunizm!

David Foster Wallace, “E Unibus Pluram” adlı denemesinde ironinin artık sistemi sarsan değil, sistemle bütünleşmiş bir gösteri biçimine dönüştüğünü söyler. Bugün de benzer bir biçimde, yapay zekâ üretimi olan eserler, ironik olarak, yaratıcı özgürlüğün değil, tüketici konforunun ürünüdür.

Sahi ne demişti Debord?

“Görünüş üzerindeki tekeli ile zaten edilgen kabullenişi elde etmiştir.”

Yabancılaşmanın kinayesi, sahiden de sahneye çıkana kadarmış.

yapay zeka

Diğer Edebiyat Yazıları İçin Tıkla

Emre Bozkuş

Emre Bozkuş

Bir garip yolcu.

31 Mart 2025 · 0 yorum Zamanın Gözünden

Karanlığın şefkatli kollarına bırakmıştı kendini dünya, sağ omzuna yaslanmış, derin uykudaydı. O ise, uykunun en kırılgan anında yavaşça yokladı cebini. Parmakları arasında kaybolan, solgun hatıra gibi duran boz kesesi, geçmişin küllerini taşıyor gibiydi. Karşısında alevleri sönmeye yüz tutmuş şöminede yanıp sönen kor, kalbindeki kararsızlığı yansıtıyordu sanki. O, korların dansına dudaklarından dökülen sessiz şarkıyla eşlik ediyordu. […]

Yorumlar (0)