[vc_row][vc_column][vc_column_text css_animation=”none” css=””]
[geo_headline_2 tag=”h2″ color=””]Bilim Felsefesi / Pozitif Bilimlerin Yöntemi ve Doğrulama Biçimlerinin Geçerliliği Nedir?[/geo_headline_2]
Pozitif bilimler – yani fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimleri – genel yargı içerisinde bilimin en güvenilir, en sağlam sığınağı olarak görülür. Modern bilim anlayışının ana taşıyıcısı olan bu disiplinler, sadece doğayı anlamaya değil, aynı zamanda “nasıl düşünmemiz” gerektiğine de yön vermeye başlamıştır. Bu durum, pozitif bilimlerin sadece kendi sahasıyla sınırlı kalmayıp,sosyal disiplinler ve hatta felsefe üzerinde bile baskılayıcı bir etki üretmesine neden olmuştur. Bilimsel yöntemin kesinliğine olan güven, zamanla bilimin ürettiği bilgiyi sorgulanamaz, mutlak ve adeta dogmatik bir yapıya büründürme riski taşımaya başlamıştır. Oysa bilimsel bilgi, yöntemsel doğruluğun garantisi altında bile olsa, epistemolojik olarak değişmez ve şaşmaz bir kesinlik taşımaz.
Pozitif bilimlerin yöntemsel doğruluğu – yani sistematik gözlem, deney ve mantıklı tümevarım süreçlerine dayanması – bilimsel araştırmaların güvenilirliğini önemli ölçüde artırır. Ancak bu yöntemsel doğruluk, bilimsel teorilerin hakikatin nihai ve tartışılmaz tasvirleri olduğu anlamına gelmez. Yani yöntem işe yarıyor olabilir; ama işe yarıyor olması, onun epistemolojik açıdan mutlak olduğu anlamına gelmez. Bu noktada, teorik yapıların geçiciliğini ve tarihsel olarak koşullandığını göz ardı etmek, bilimi bir tür ideolojik dogmaya dönüştürme riskini doğurur. Bu nedenle, herhangi bir bilimsel teoriyi, sadece işe yaradığı için nihai gerçeklik olarak kabul etmek, bilimin kendi doğasına aykırıdır. Çünkü bilimsel bilgi, doğası gereği geçici, gözden geçirilebilir ve yanlışlanabilir olmalıdır.
Bu noktada gözlem ile teori arasındaki ilişki, konunun merkezine oturur. Gözlem çoğu zaman “doğrudan deneyim” gibi sunulur; oysa gözlem, her zaman belirli bir teorik önkabulle yüklenmiştir. Gözlem ile onun yorumu arasında geçirimsiz bir sınır yoktur; çünkü gözlem dediğimiz şey, verinin değil, veriye anlam yükleyen zihinsel çerçevenin bir ürünüdür. Amerikalı bilim felsefecisi Norwood Russell Hanson’ın meşhur biçimde dile getirdiği gibi, “gözlem teori yüklüdür”. Bir astronomun gökyüzüne bakıp orada bir süpernova kalıntısı görmesi, önceden edinilmiş kavramsal donanımın bir sonucudur. Aynı gökyüzüne bakacak bir sıradan gözlemci ise yalnızca “bir karartı” görür. Dolayısıyla gözlem, sadece bir duyusal alımlama değil, teorik altyapının süzgecinden geçen bir yorumdur. Gözlemlenen şeyin ne olduğu, çoğu zaman, ne beklediğimizle ve hangi kavramsal araçlarla baktığımızla belirlenir.


Bu düşünceyi Thomas Kuhn, çok daha köklü bir yere taşır. Kuhn’un “paradigma” kavramı, sadece teorilerin değişimini değil, gerçekliğin algılanış biçiminin de kökten dönüşmesini ifade eder. Kuhn’a göre, bilimsel devrimler yalnızca yeni kuramların eski kuramları geçmesiyle değil, aynı zamanda bilim insanlarının dünyaya bakış biçimlerinin tümden değişmesiyle olur. Bu bağlamda gözlem, sadece gözlem değildir; bir paradigma içinden yapılan, o paradigmanın izin verdiği ve anlamlandırdığı bir faaliyettir. Yani aynı olgusal veri, farklı bilimsel bağlamlarda bambaşka şekillerde anlaşılır. Bir Aristoteles fizikçisi ile Newtoncu bir fizikçinin “hareket”i gözlemleme biçimi aynı değildir; çünkü hareketin doğasına dair kuramsal altyapıları farklıdır.
Bu noktada bilimsel bilginin statüsünü yeniden düşünmek gerekir. Pozitif bilimler, ne kadar titiz ve sistematik olursa olsun, bilimin ortaya koyduğu teorilerin kesin bilgi olduğuna dair bir güvence veremez. Bilimsel teoriler, yalnızca şimdilik en iyi açıklamalardır. Bu yüzden onları mutlaklaştırmak, bilimsel ilerlemenin önünü kesmekle kalmaz, aynı zamanda bilimi dogmatizme yaklaştırır. Gerçekten bilimsel olan tutum, her teorinin eleştirilebilir, sınanabilir ve gerekirse terk edilebilir olduğunu kabul etmektir. Bu anlamda, bilimsel yöntemin “doğruluğu”, teorilerin nihai doğruluk içerdiği anlamına gelmez. Aksine, bilimsel yöntemin en büyük erdemi, yanlışlanmaya açık olmasıdır.
[geo_headline_2 tag=”h2″ color=””]Bilim Felsefesi / Yanlışlanabilirlik ve Doğrulanabilirlik Nedir?[/geo_headline_2]
Bilimsel bilginin ne olduğu ve ne olamayacağı sorusu, modern bilim felsefesi merkezinde yer alır. Bu sorunun en hararetli ve bir o kadar da öğretici tartışmalarından biri, hiç kuşkusuz bilimsellik ölçütü tartışmalarıdır. Başka bir deyişle, hangi bilgi “bilimsel” olarak kabul edilebilir ve hangisi edilemez? Bu tartışma, özellikle 20. yüzyılda iki temel ölçüt çerçevesinde şekillenmiştir: doğrulanabilirlik (verification) ve yanlışlanabilirlik (falsification). Ancak bu ölçütlerin her biri, farklı bilim alanlarında farklı işlevler ve sorunlar üretmiştir.
Doğrulanabilirlik ölçütü, özellikle Mantıksal Pozitivizm (veya Viyana Çevresi) tarafından savunulmuştur. Bu yaklaşıma göre bir önermenin bilimsel olabilmesi için, deneyim ya da gözlem yoluyla doğrulanabilir olması gerekir. Örneğin “Su 100 derecede kaynar” ifadesi, bu ölçüte göre bilimsel bir önermedir; çünkü belirli deney koşulları altında sınanabilir ve aynı sonuçlar tekrar edilebilir. Ancak bu yaklaşım, özellikle metafizik, etik ya da psikanaliz gibi alanları bilim dışı olarak damgaladığı için zamanla ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Her şeyin deneyle doğrulanabilir olmasını istemek, bilimsel bilginin karmaşıklığını daraltan bir tavra dönüşebilir. Kimi zaman, doğrulanabilirlik bir “güvenlik duvarı” değil, bilginin önünü kesen bir sansür mekanizması gibi işleyebilir.
Tam da bu noktada, Karl Popper’ın müdahalesi devreye girer. Popper, doğrulanabilirliğin bilim için yeterli bir ölçüt olmadığını savunur ve onun yerine yanlışlanabilirlik ilkesini öne sürer. Bir teori, ancak yanlışlanmaya açık olduğu ölçüde bilimsel olabilir. Örneğin “Tüm kuğular beyazdır” önermesi, ancak siyah bir kuğu gözlemlendiğinde yanlışlanabilir. Dolayısıyla bu önerme, sınanabilir ve dolayısıyla bilimseldir. Ancak “Her şey bir şekilde bir anlam taşır” gibi yuvarlak ve sınanamayan önermeler, ne kadar etkileyici olsalar da bilimsel değildir. Popper burada bilim ile sözde-bilim (pseudoscience) arasında ciddi bir ayrım yapar. Astroloji, psikanaliz, telepati gibi alanlar Popper’a göre, her durumu açıklamaya çalıştığı için hiçbir durumu gerçekten yanlışlayamaz.
Ancak mesele burada kapanmaz. Çünkü farklı bilim alanlarının doğası gereği, bu ölçütler her zaman eşit derecede uygulanabilir değildir. Örneğin fizik gibi doğa bilimlerinde hipotezler net, ölçülebilir ve deneysel olarak test edilebilir nitelikteyken, sosyoloji veya psikoloji gibi insan davranışını merkeze alan bilimlerde durum daha karmaşıktır. İnsan öznesi, sabit ve kontrol edilebilir bir nesne değildir. Bu yüzden psikolojide ya da antropolojide tümüyle yanlışlanabilir hipotezler kurmak her zaman mümkün olmayabilir. Dahası, bu tür alanlarda teorilerin yanlışlanabilirliğini sağlamak için yapılan operasyonel tanımlamalar, kimi zaman teoriyi indirger ya da indirgemeci hatalara yol açar. Yani ölçüt uygulanabilirliğini kaybettiği noktada, bilginin içeriğinden çok, şekliyle ilgilenmeye başlarız.
Öte yandan, kuantum fiziği gibi alanlarda bile Poppercı anlamda tam bir yanlışlamadan bahsetmek zordur. Çünkü olasılıksal teoriler, tekil örneklerle yanlışlanamaz. Schrödinger’in kedisi gibi örnekler, deterministik olmayan sistemlerin klasik mantıkla sınanmasının ne kadar problemli olabileceğini ortaya koyar. Yani sadece sosyal disiplinlerin değil, doğa bilimlerinin kendi içinde de yanlışlanabilirlik ölçütünün mutlak bir cetvel gibi çalışmadığını görürüz.
Bu noktada Popper’ın yaklaşımı hâlâ çok kıymetlidir, zira bilimsel bilginin “her şeyi açıklayabilmesi” değil, “yanlışlanabilir sınırları” olması gerektiğini vurgular. Ancak yine de, bilimsel pratiğin çeşitliliği, tek bir ölçütle açıklanamayacak kadar zengindir. Belki de tek bir ölçüt dayatmak yerine, bilimsel bilginin çoğulluğunu kabul ederek, her bilim dalının kendi içsel yöntemlerini sorgulaması daha yerinde olur.
Kısacası, doğrulanabilirlik ve yanlışlanabilirlik gibi ölçütler, bilimsel düşünceyi disipline etmek için önemli araçlardır; ama bu araçları mutlaklaştırmak, bizi bilimsel dogmatizme götürür. Bilimselliğin kendisi bile, sürekli yeniden düşünülmesi gereken bir sorudur. Belki de en bilimsel tutum, bilim ölçütlerinin bile eleştirilebileceğini kabul etmektir.
# Bilim Felsefesi #Bilim #Felsefe #Yanlışlanabilirlik #Doğrulanabilirlik #Hanson #Kuhn #Popper #Schrödinger
Diğer Felsefe İçeriklerine Göz At
[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]
Yorumlar (0)