Sözlerin iç ısıtmayacağını, sarılamayacağını, başımı okşayamayacağını hâlâ öğrenememiştim. Benim gibisi de büyüdükçe öğrenirdi. Ama bana, büyüdükçe öl, denirdi.
Sorun ailemde değildi hiçbir zaman. Onlar daima sevgiyle büyütmüştü beni.
Annem, tabii ki duygularını belli eden bir kadındı. Benden nefret ettiğinde veya beni öldürmek istediğinde bunu anlamak zor olmazdı.
Babam ise fazla korumacıydı. Annemin beni dövdüğünü görünce ona kızar, beni ondan kurtarırdı. Sonra da kendi döverdi tabii.
Ablam ise fazla uyumlu bir kızdı. Ailemin yaptığı vahşete o kadar hızlı uyum sağlamıştı ki gözlerim yaşarmıştı. Gerçi gözlerimin yaşarmasının tek sebebi bu olamazdı, sırtıma batan kemerin tokasının da etkisi vardı sanırım.
O kadar uyumluydu ki ailemin beni hırpalayıp bir kenara savurduğunu görünce yanıma gelirdi ve bir de o azarlardı. Çünkü olması gereken buydu, onun da tuzu olmalıydı bu ekşi ve kan kokulu çorbada.
Hiçbirine göre iyi, doğru veya haklı değildim. Ben, çoğu zaman sadece “ben” olduğum için bunlara tahammül edilmesi beklenen biriydim.
Şafak sökene kadar süren iç çekişlerim, zor dinerdi bu zamanlarda. Çünkü uyku bile beni beğenmez, yanıma gelmezdi. Ama geldiğinde de ailemden eksik kalmazdı: Bir tur da o hırpalardı rüyalarımda.
Ve ben gözyaşlarımın yorgunluğuyla yığılırdım yatağıma. Ölür gibi uyurdum. Ama ölemezdim, olamazdı. Ruhuma da bedenime yaptıklarını yapmadan uyutmazlardı. Yoksa içleri soğumazdı. Benim içimi yakarlardı ama;
bir ömür boyu,
daima…