Bu yazımda Lord Kinross’un “Atatürk- Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı kitabından yaptığım çıkarımları paylaşacağım. Pek tabi yanlış ya da eksik çıkarım yapmış olabilirim, bunun için düzeltebilir yahut ekleme yapabilirsiniz. Bu yazı daha çok Mokita Sosyal Youtube kanalındaki gibi okuma-düşünme şeklinde olacak. Bir kısım vereceğim ve onu okuduktan sonra üstüne kendi düşüncelerimi, oradan yaptığım çıkarımları anlatacağım. Keyifli okumalar diliyorum.
Giriş
Kitabın teşekkür bölümünde yazarın yazdıkları kitabın güvenirliği açısından çok şey anlatıyor. Türkiye, İngiltere gibi iki farklı ülkenin devlet arşivlerini kullanması, önemli kişilerin notlarını, mektuplarını okuması, Atatürk’ün etrafındaki pek çok isim ile konuşmuş olması, Atatürk’ün savaştığı coğrafyalara gidip orayı bizzat deneyimlemesi kitabın güvenirliğini arttıran bir etken. “Teşekkürler” kısmının fotoğrafını koyuyorum, oradan okuyabilirsiniz.(yazının sonunda)
Tedirginlik Çağı
“Hıristiyanların Müslümanlara ve Yunanlara, Slavların Türklere ve birbirlerine karşı ayaklandıkları, Rumeli’nin tümünü oluşturan çeşitli unsurların birbirinden kopup dağıldıkları bir tedirginlik çağı.” (Sayfa 19)
İnsanı zaman içerisinde şekillendiren en büyük faktörlerden biri doğduğu coğrafyadır. Atatürk’ün doğduğu ve büyüdüğü yıllardaki dönemin koşullarını anlamak, o coğrafyayı anlamak için oldukça önemlidir. Atatürk, milliyetçilik furyasının içinde; ayrılık, şiddet, isyan ve kavga içinde geçen bir yerde doğdu ve orada babasız bir -azınlık- Türk olarak büyüdü. Küçüklükten itibaren böyle bir ortamda doğan birisinin ne emperyalist ne de ırkçı tarafa yanaşmaması, insancıl bir insan olması, “yurtta sulh, cihanda sulh” diyebilmesi onun tabiri caizse temiz kalpliliğine bir işaret olabilir. Şunu düşünmenizi istiyorum; günümüzde mülteci probleminden dolayı bile insanlar -doğrudan bir problem yaşamadıkları halde- faşizme, neo–naziliği, ırkçılığa doğru kaymış durumda. Atatürk ise bizzat şiddetin, ayrılıkçılığın, ayaklanmaların içinde doğmuş biri olarak hiçbir zaman bu tarz fikirlere kaymadı. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta, bize çok şey anlatıyor.
“Ali Rıza Efendi de bu eşkıyaların sürekli saldırılarının kurbanı oldu. ‘Kerestelerini yakarız’ tehdidiyle ondan para sızdırıyor, parayı aldıkları halde yine yakıyorlardı. İşçilerin gözlerini korkutup ayartıyorlar, kütüklerin kıyıya taşınmasına engel oluyorlardı. Ali Rıza Efendi ormanda eşkıyalarla çarpışmak zorunda kalıyordu. En sonunda, görevi çapulcuları temizlemek olan Selanik jandarma komutanının sözünü dinledi ve zararın neresinden dönülse kardır, diye bu işten vazgeçti.” (Sayfa 22)
Bu kısmı vermemin iki tane önemli sebebi var. Birincisi yukarıda yazdığım gibi doğduğu yeri ve zamanı tanımak. İkincisi ise Atatürk’ün işlemeyen sistem/ haksız düzen ile çok erken yaşta tanışıyor olması. İleride de göreceğimiz gibi Atatürk Samsun’a çıktığı 1919’dan vefat ettiği 1938’e kadar yaptığı şeyleri daha küçükken aklına koymuştu ve harbiye zamanında planlarını yapmıştı. Tabi ki de bunun tek sebebi içinde bulunduğu düzen değildi. Atatürk daha doğmadan önce harf devriminden cumhuriyete kadar pek çok şey konuşuluyor, tartışılıyor, gerekli görülüyordu. Demek istediğim Atatürk’ün bu sistemi bizzat çocukluğunda tecrübe etmesiydi. Çünkü insanın yaşamını ve kararlarını çocukluğunda yaşadıkları büyük ölçüde etkiliyor.
Atatürk’ün Eğitim Hayatı ve Çocukluğu
“Zübeyde Hanım’ın Ali Rıza Efendi’den beş çocuğu olmuştu. Ama bunlardan yalnız ikisi, Mustafa ile Makbule yaşadı.” (Sayfa 22)
Bu kısmı paylaşma sebebim Zübeyde Hanım hakkında gördüğüm yanlış sözler. Yani Zübeyde Hanım Atatürk’ün asker olmasını istemedi, dini eğitim veren kurumlara gönderdi diye ona hakaret eden kişiler yüzünden… Öncelikle şunu belirtelim, Zübeyde Hanım üç evladını kaybetmiş ve tek erkek evladı Mustafa. Zübeyde Hanım Rus harbi gibi pek çok harp görmüş bir insan ve pek tabi tek evladının askeri okula değil, öğrencilerinin ve hocalarının askerlikten muaf tutulduğu dini eğitim veren okula gitmesini isteyecekti. Ayrıca Atatürk daha sonra asker olunca onu azarlamamış, aksine gurur duyup dualarını eksik etmemişti. Atatürk’ün annesine cahilce hakaret eden kişiler büyük bir anakronizmin ve düşünceden yoksun fikirlerin içine düşüyorlar.
“Günün birinde kalkıp ayakta durdu. Hoca oturmasını emredince de dizlerinin tutulduğunu ileri sürerek sözünü dinlemedi.
‘Ne’ dedi hoca, ‘bana karşı mı geliyorsun?’
‘Evet, karşı geliyorum’ diye cevap verdi Mustafa.
Bunun üzerine öteki çocuklar da ayağa kalkarak ‘Biz de hepimiz size karşı geliyoruz’ dediler. Hoca, çocuklarla uzlaşmak zorunda kaldı.” (Sayfa 23)
“Onlar sokakta aşık atar, meyve çekirdekleriyle oynarken o, kendilerini büyük bir insan gibi, ağırbaşlılıkla seyrederdi. Aralarına hiç karışmazdı. Bir gün onu da birdirbir oynamaya çağırdılar; kambura yatmayı kabul etmedi.” (Sayfa 23)
“Zübeyde Hanım ona özel bir öğretmen buldu, ama, üç gün sonra Mustafa, adamın bilgisiz olduğunu ileri sürerek ondan ders almayı reddetti.” (Sayfa 25)
“Bir gün çocuklar, aralarında kavgaya tutuşmuşlardı; Arapça öğretmeni Kaymak Hafız, onu elebaşı yerine koyarak fena halde dövdü ve yara bere içinde bıraktı. Mustafa buna adamakıllı içerledi. Okula gitmeyi reddetti. Büyükannesi de onun tarafını tutarak, Mustafa’yı okuldan aldı.” (Sayfa 25)
“Mustafa Kemal, çabucak çavuş rütbesine yükseldi. Artık, öğretmenin yokluğunda onun yerine geçiyor, karatahtanın önünde arkadaşlarına ders veriyordu.” (Sayfa 27)
Bu metinleri verme sebebim Atatürk’ün çocukluğundan itibaren farklı biri olduğunu göstermek. Atatürk doğuştan liderdi, doğuştan -tabiri caizse- isyankardı. Çocukluğundan itibaren bir ağırbaşlılığı, bir gururu vardı ve bunlardan taviz vermiyordu. Buna babasız yetişmesinden dolayı böyle bir karaktere sahip olduğunu söyleyenler oluyor ve devamında babasız büyüyen liderleri ve benzer örnekleri gösteriyorlar. Doğru mudur bilmiyorum ama doğuştan itibaren “farklı” biri olduğu kesin.
Planlar ve Öngörüler
“Okul arkadaşlarından Ali Fuat’a bir gün bu konudaki düşüncelerini anlattı. Osmanlı hanedanının ilk padişahlarının memleketi dürüst ve iyi şekilde yönetmiş olmalarına hiç şaşmıyordu. Çünkü onların merkezleri Bursa ve Edirne gibi küçük ve katıksız Türk şehirleriydi. Oysa köhne gelenekleri, yozlaştırıcı etkileriyle bu karışık ve için için kaynayan Konstantiniye’de ergeç çürüyüp gitmeye mahkumdular. Keyif sürmek için bir yerdi burası, yönetmek için değil.” (Sayfa 33)
“Özellikle, gerilla konusuna çok meraklıydı. Bir gün, keramete yaklaşan bir öngörüyle sınıfta, başkente karşı Anadolu yakasından girişilebilecek bir ayaklanma hareketini varsayan bir soru sormuştu.” (Sayfa 36)
“Zübeyde Hanım onu görünce hem çok sevinmiş hem de telaşlanmıştı. Mustafa nasıl olur da Padişah Efendimizin emirlerine aykırı olarak buraya gelmeye cesaret ederdi? Mustafa Kemal ‘Gelmem gerekiyordu, geldim’ diye cevap verdi. ‘Padişah Efendimizin aslında ne denli güçsüz olduğunu da sana göstereceğim, ama daha sonra.” (Sayfa 42)
“Ama dedi, ‘Zamanı gelince Osmanlı değil, Türk ordusu, Türk milletinin bağımsızlığını kurtaracaktır.’
Sonradan Alman albayı ile konuşurken Mustafa Kemal, Türk ordusunun ülkeyi yalnızca düşmandan değil, aynı zamanda yobazlıktan ve düşünce üzerindeki baskılardan da kurtardığı zaman görevini başarmış sayılacağını anlattı.” (Sayfa 62)
“Gazinolardaki gece alemlerinde içerken, iktidara geçtiği zaman yanındaki arkadaşlarını nerelere atayacağını anlatmaya başlamıştı. Fethi’yi büyükelçi, Tevfik Rüştü’yü Hariciye Vekili, Kazım’ı Harbiye Vekili ve Nuri adında başka bir arkadaşını da başvekil yapacaktı. Bütün arkadaşlarına birer birer yer veriyordu.
‘Peki ya sen, sen ne olacaksın?’
Mustafa Kemal bu soruya esrarlı bir tavırla cevap veriyordu: ‘Ben de sizi bu yerlere getiren adam olacağım.” (Sayfa 64)
“… Birtakım tasarılarım, hatta büyük tasarılarım var. Ama bunlar yüksek mevki elde etmek ya da zengin olmak gibi maddi cinsten şeyler değil. Bu tasarılarımın gerçekleşmesini hem ülkemin yararına olacak hem de bana görevimi yapmış olmaktan dolayı zevk verecek büyük bir fikri başarıya ulaştırmak istiyorum. Bütün ömrümce tek ilkem bu olmuştu. Daha çok gençken edindiğim bu ilkeden, son nefesime kadar vazgeçmeyeceğim.” (Sayfa 85)
“Mustafa Kemal, heyecanlı bir ciddilikte, Türkiye’yi Batılılaştırmak ve özellikle kadınları özgürlüğe kavuşturmak yolundaki tasarılarını anlatmaya başladı.” (Sayfa 88)
Yukarıda Atatürk’ün yapmak istediği pek çok şeyi çok önceden beri planladığını söylemiştim. Bu alıntılar ona çok güzel örnek teşkil ediyor. Başkent değişikliği, Anadolu’da bir gerilla hareketi… Bunlar basit tesadüfler değil, aksine Atatürk’ün zekasının ve ileri görüşlülüğünün bir örneğidir. Daha öğrenci iken fark ettiği sorunlar üzerine planlar yapmış ve yanılmamıştı. “Bütün ömrümce tek ilkem bu olmuştur” demesi de bunu kanıtlar nitelikte.
“Mustafa Kemal, ertesi gün, kendi yerine geçirilmiş olan subayı gördü. Bu subay ona, önceki tecrübelerinden ötürü kendisinin buraya ‘özel görevle’ gönderilmiş olduğunu anlattı. Bununla beraber, Kemal sonradan kimseye bir şey söylememeye söz verirse, onlarla birlikte gelmesine izin verebilirdi. Neler olup bittiğini anlamak isteyen Mustafa Kemal, adama söz verdi. Öğrendiği de şu oldu: Askerler, ödenmesi gecikmiş vergileri toplamak bahanesiyle, halktan para sızdırmaya çalışıyor, olmazsa evleri ve köyleri yağma ediyorlardı.” (Sayfa 39)
Osmanlı’ya karşı isyan bayrağı açanların arkasında İngilizler vardı, evet. Peki neden bu toplumlar 600 yıllık yönetimi başından atmak isteyip kendilerine yeni devlet kurmak istedi? Bunun tek sebebi milliyetçi duygular yahut İngiliz kışkırtması mıydı? Ben bunun sadece bu kadar olmadığını düşünüyorum. Asker adeta bunun bir gelenek olduğunu söylüyor ve düzenli olarak kendi cepleri için halktan zorla para alıyor, alamazsa ev ve köylerini yağma ediyorlar. Bu gibi olayları göz ardı etmeden Osmanlı’ya karşı isyan bayraklarını anlamlandırmalıyız. Devamında ise anlatılana göre Mustafa Kemal böyle bir işe karışmayı reddediyor, başka bir köyde halkı yağma için değil yardım için geldiğine inandırıyor (yağma için o kadar asker gelmiş olmalı ki halk gelen her Osmanlı askerini yağmacı sanıyor). Köyün ileri gelenleri Atatürk’ün dediklerini yapmaya ve onunla anlaşma yapmaya razı olsa da üzerlerine zulüm ve yağma için asker yollayan Osmanlı Devleti’nin istediğini yapmaya razı olmuyor. Çok içler acısı bir durum, halkın gözünce Osmanlı Devleti eşittir zulüm, yağma. O kadar kötü bir durum ki halk devlete değil, devletin bir askerine güveniyor. Bu gibi durumlar göz ardı edilmemeli yakın tarih okurken.
Atatürk, Devrimci Yanı ve Söylemleri
“Genç subaylar, ‘İhtilal uğruna can vermek’ gibi isteklerle coşmaya başlamışlardı. Gerçekçi Mustafa Kemal, onları bu rüyadan uyandırdı. Sert bir çıkışla, ‘Amacımız ölmek değil, ihtilali başarıya ulaştırmak ve düşüncelerimizi gerçekleştirmektir. Bunları halka benimsetmek içinde, yaşamak zorundayız’ dedi.” (Sayfa 41)
Atatürk’ü diğer subaylardan ayıran; onu başöğretmen, devrimci, Türklerin Atası yapan en önemli özelliklerden biri burada gözümüze çarpıyor. Atatürk duygulara kapılmıyor, her zaman mantık ile hareket ediyor. Pek çok kişi ölmeyi düşleyerek adını tarih sahnesine yazdırmak ister ama onlar ölüm ile büyük bir sorumluluktan kaçmayı hedeflerler aynı zamanda. Atatürk sorumluluktan kaçmıyor, işini yarım da bırakmak istemiyordu. Gerekirse ölmeye hazırdı ama bunun için hiç can atmıyordu. Şunu biliyordu ki yaşayan hali ölen halinden daha çok fayda sağlayacak. Bu farkındalığa sahip olmanın yanı sıra pek çok subay ihtilalden sonra ne yapacaklarını bilmezken Atatürk onun üstüne de parmak basmıştır (ki ihtilal olduktan sonra İttihat ve Terakki düzgün bir politika yürütemedi). Atatürk aynı zamanda gelenek olarak ihtilalin “yukarı kesimde” kalmasını değil halka da inmesini ve halkın da benimsemesini istiyordu.
“Onlarsa Mustafa Kemal’i inatçı, kendini beğenmiş ve atılgan buldukları için pek sevmiyorlardı. Makedonya demiryollarının denetlenmesi işi de Mustafa Kemal’in kurmaylık görevleri arasındaydı. İttihatçılar bu görevin, Selanik dışındaki propaganda çalışmaları için yararlı olacağı bahanesiyle, onu yanlarından uzaklaştırdılar.” (Sayfa 46)
“1913’te Balkan Savaşının alanlarını gezen İngiliz generali Sir Henry Wilson, İstanbul’da Enver ve Cemal’le tanıştı. Ne bunlar ne de gördüğü öteki subaylar İngiliz generalinin üzerinde yetenekli birer asker izlenimini bırakabilmişlerdi. Yalnız bir subay onlardan ayrılıyordu. General ‘Mustafa Kemal diye bir adam var’ dedi ‘genç bir kurmay yarbay. Ona dikkat edin. Çok yükselecektir.” (Sayfa 80)
İttihatçıların Atatürk’ü uzaklaştırma sebebi şüphesiz Atatürk’ün atılganlığı, parlamaya hazır bir yıldız olmasından dolayıydı. Atatürk İttihatçıların hatalarını yüzlerine vurmaya devam eder ve güzel tezler öne sürerse yıldızı Enver’in bile önüne geçebilirdi. Oysa ittihatçılar yeni bir baş istemiyorlardı. Bunu pekâlâ anlayabiliriz, sonuç olarak ileride Atatürk de devrimleri yaparken iki başlılık istemeyecek ve iki başlılık yaratabilecek kişileri “sürecekti”. Ama fark şurada: Atatürk’ün karşısına Atatürk gibi bir adam çıksaydı Atatürk, onu alır ve vatan, millet için kullanırdı. Ama İttihatçılar bunu hesaba katmadılar. Onlar da elbette vatan, millet düşkünüydüler ama bazı şeyler gözlerini kör etmiş olmalı ki Atatürk’ün sağlayabileceği faydayı görmüyorlardı. İngiliz Generali bile Atatürk’ün parlamaya hazır, hatta parlayan bir yıldız olduğunu görmüş fakat en yakınındakiler görmemiş yahut görmek istememişti.
“Mustafa Kemal hepsinin önderi durumunda olan Şeyh Mebre’yi huzuruna getirtti, ona ‘din kardeşim’ diye hitap ederek İslam illerini işgale gelen kafirlere karşı bir kutsal savaş açmaya çağırdı.” (Sayfa 72)
Bu Atatürk’ün yaptığı en iyi ve en önemli şeylerden biri. Ne zaman, nerede, ne diyeceğini çok iyi biliyordu. Mevcut durum ne gerektiriyorsa ona göre hareket ediyordu ve bu öncelerden beridir böyleydi. “A” dedikten sonra bir yıl bile geçmeden “a değil b” demesinin en büyük sebebi budur. Yapmak istediğini yapıyor ve bunun için etrafındaki insanları dili ile büyüleyerek “yönlendiriyor”, yeri geldiğinde yaptığı her şeyi hukuki veya dinsel bir temele oturtuyor. İşte bu sayede yaptıkları usule uygun olmuş oluyordu.
“Bu arada halk, genellikle hükümet darbesini tutmuştu. Ülkenin şerefsiz bir teslimden son anda kurtarıldığına inanıyorlardı.” (Sayfa 78)
Burası hayli ilginç bir nokta. Halk hem hürriyetin ilanına seviniyor daha sonraki zamanlarda yapılan Bab-ı Ali baskınını destekliyor. İttihat ve Terakki’nin propagandasının çok iyi işlediği sonucunu çıkarabiliriz bundan. Bahsedilen halk muhtemelen İstanbul ile sınırlı olsa da halkın böyle şeyleri kabul ediyor ve seviniyor olması, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin propagandasının halkı ne derece etkilediğini gösterir vaziyette. Bu işi gerçekten iyi yaptığını söyleyebiliriz.
Savaş ve Barış Zamanında Atatürk
“Savaş alanından başka her yerde sabırsız olan bir insandı” (Sayfa 81)
Çok önemli bir nokta. Normalde sabırsız olan Atatürk’ün savaş alanında sabırlı olması, kendini frenlemeyi bilmesi onu tam bir asker yapıyor. O dönemki askerler için hayat neredeyse askerlikten ibaretti ve bunu özel hayatlarından ayıramıyorlardı. Bunu Enver Paşa’da da görüyoruz, deli dolu biriydi ve askerlik mesleğini de böyle yapıyordu. Fakat Atatürk’e baktığımızda bunları tamamen birbirinden ayırmıştı. Askerlik mesleğini sivil hayatındaki özelliklerinden arındırmış ve “gerçek” bir asker olmuştu.
“Yaptıklarını Mustafa Kemal bile beğeniyordu. Sofya’dan Enver’e bir mektup yazarak onun Harbiye Nazırlığındaki başarılarını kutladı.” (Sayfa 89)
Buradan görüyoruz ki Atatürk-Enver geriliminde Atatürk kişisel çıkar, kıskançlık yapmıyor. Hiçbir zaman böyle şeyleri düşünen bir insan değildi zaten. Düşündüğü şey vatanın ve milletin iyiliği. Onlara faydalı bir şey olduğunda Enver’i “bile” takdir ediyor.
“Cavit’in ret cevabını öğrenince öfkeyle ‘Böyle adam asılmayı hak etmiştir!’ diye bağırarak bir öngörüde daha bulundu.” (Sayfa 93)
“Mustafa Kemal, kendisine sorumluluğu ağır bir komuta verilmesine karşın, henüz albaylıktan generalliğe yükselmiş değildi. Bunda da İttihat ve Terakki’nin eskilerinden olan ve Mustafa Kemal’in hareketlerini daima kuşkuyla izleyen Dr. Nazım’ın biraz rolü vardı. Dr. Nazım, Gelibolu savaşından sonra Mustafa Kemal’e ‘Napolyonluk taslamaması’ için uyarıda bulunmayı gerekli görmüştü. Mustafa Kemal de bir gün Şakir Zümre’ye -daha önce Cavit için söylediği gibi- ‘Böyle adamı asmak gerek’ demişti.” (Sayfa 129)
Burada aklıma şu soru takılıyor; bunlar basit birer tesadüf mü yoksa gerçekten İzmir Suikast Davalarında bu isimlerin asılmasının arkasında yatan sebeplerden biri de Atatürk’e yanlış yapmaları ve Atatürk’ün bunu “not etmesi” mi?
“Geri çekilişin sırasında yanı başında bir erin ‘Şu bizim komutanlar da amma korkak yahu! Rusları öldürüp duruyordum. Bizi ne diye geri çekerler?’ diye söylendiğini duydu.
‘Pekâlâ’ diye cevap verdi. ‘Ama savaş bir tek senin Rusları öldürmenle kazanılmaz. Kocaman bir ordu bu. Geri çekilmesinin belki de senin anlayamadığın bir nedeni vardır.’
‘Sen kim oluyorsun ki?’
‘Ben senin komutanınım.” (Sayfa 130)
Burada iki ihtimal var. Er, ya cahilliğinden böyle laflar ediyor ya da hem cahilliğinden hem de daha önceki komutanlarının gerçekten “korkmasından”. Sadece cahilliğinden olduğunu düşünüyorum.
“Damat Ferit, padişahın kız kardeşi Mediha Sultan ile evli olmaktan başka hiçbir değeri olmayan bir adamdı. Mediha’nın ilk kocası ölünce Abdülhamit, prenses için otuz, kırk yaşları arasında, iyi aileden gelme, hiç kadın yüzü görmemiş bir koca bulunmasını emretmişti. Londra’daki Türk Elçiliğinde silik bir birinci kâtip olan Ferit bu nitelikleri taşıdığı için İstanbul’a getirilmiş, Mediha Sultanla evlendirilmişti.” (Sayfa 162)
“Damat Ferit’in gerekirse Londra’ya gidip babası Yedinci Edward’ı eskiden tanımış olduğu Kral Beşinci George’la görüşmeye ve Türkiye’nin 1914’ten beri kaybettiği toprakların, hatır için, geri verilmesini istemeye hazır olduğunu söylediği rivayet edilir.” (Sayfa 162)
Diyeceksiniz ki bu adam böyle ise nasıl ileride sadrazam olacak, neden sadrazam yapılacak? Benim buna cevabım kesinlikle kolay kontrol edilebilir olacağının düşünülmesinden dolayıdır. Peki gerçekten nasıl bir sadrazamdı diye sorulacak olursa da diğer metinde gördüğümüz gibi “hatır için” herhangi bir devletin topraklardan vazgeçeceğini düşünen biriydi. İçler acısı olan durum ise böyle bir adamın bir imparatorlukta sadrazam olmasıydı. Bu da bize Osmanlı’nın son anlarında ne derece vahim bir durumda olduğunu gösteriyor.
“Anadolu köylüsünü yeniden savaşa atılmaya razı etmeye Tanrı’nın bile gücü yetmeyeceği söyleniyordu.” (Sayfa 203-204)
Bu da çok önemli bir nokta. Peş peşe gelen savaşlar ve mağlubiyet, isyanlar, ardından gelen bir cihan harbi karşısında millette ne umut ne de savaşa gidecek er vardı. Bu durumu bilmek ne zorluklar içerisinde bir örgütlenmenin ve ardından bir savaşın yapıldığını anlamak için önemli. Böyle bir milleti tekrardan savaşa ikna etmek büyük bir çaba ve zekâ gerektiriyor.
“Bu bildirinin, yalnızca ülkenin savunmasını örgütlemekten daha öteye gittiği belliydi. Sivas Kongresi tarafından, İstanbul’dan ayrı olarak, bir milli hükümet kurulmasını da öngörüyordu.” (Sayfa 210)
Başka bir hükümet demek, başka bir devlet demek oluyor. Yani bunu destekleyenler, dolaylı olarak da olsa İstanbul hükümetini (Osmanlı’yı) yok sayıp yeni devletin kurulmasını desteklemiş ve bunu bilmiş oluyorlar. Pek çok yerde denk gelebileceğiniz “aslında şu şu paşalar yeni devlete karşıydı, Osmanlı devam etsin istiyorlardı” gibi söylemlerin asılsız olduğunu bilmekte fayda var.
“Yıllar sonra, kongeredekiler kendisini başkan seçmemiş olsalardı ne yapacağını soranlara, hiç tereddütsüz ‘Gider başka bir kongre toplardım’ diyebilecekti.” (Sayfa 219)
Bu bize Atatürk’ün kararlılığını, sonuna kadar mücadeleye devam etme isteğini gösteriyor. Ve muhtemelen de kongre ve unvanları sadece bir araç olarak kullandığını gösterir.
“Kemal, sıtmadan rahatsız bulunuyor ve yorgun görünüyordu. Ama iki buçuk saatlik bir görüşme süresince kolaylık ve rahatlıkla konuşarak, düşüncelerini bir mantık düzeni içinde öne sürdü.” (Sayfa 230)
Atatürk’ün en büyük fedakarlığı ne zamanını harcaması ne de canını tehlikeye atmasıydı. En büyük fedakarlığı sağlığına rağmen yapması, sağlığını riske atmasıydı. “Bin derdin vardır, bir sağlık sorunu çıkar artık bir derdin vardır” derler ya, Atatürk sağlık problemlerine rağmen hala tek derdi sağlığı değil, vatan, millet gibi dertleri sönmeyen bir insandı. Çanakkale’de sıtma olduğu halde dört gün uyumayarak çalışmaya devam eden, cumhuriyeti kurduktan sonra uykusuz bir şekilde bazen 40 saat aralıksız çalışan birisiydi.
“Başkan Wilson, birkaç ay sonra Amerikan sahnesinden büsbütün çekildi. Bundan sonra da, Ortadoğu’ya bir Amerikan müdehalesinden artık söz edilmez oldu.” (Sayfa 245)
Amerikan mandasını ehvenişer olarak görenlerin Wilson’un çekilmesinden sonra bundan söz açmamalarının aklıma gelen üç nedeni var; biri Atatürk’ün bağımsızlık yolunda sağlam adımlar atmış olması, diğeri güvenilen kişinin Wilson olması ve onun çekilmesi, bir diğeri ise de bu iki olayın eş zamanlı olması.
“Şimdi Fransızlar da silah hırsızlığına göz yummaya başlamışlardı. Milliyetçiler, Gelibolu’da Fransızların korumakta oldukları bir silah deposundan büyük ölçüde silah yağma etmişlerdi. Fransızlar buna karşı, sadece, saldırganların kendi nöbetçilerinden sayıca üstün olduğunu söylemekle yetindiler.” (Sayfa 248)
“Mustafa Kemal, İstanbul’un yakın zamanda işgal edileceğini Fransızlardan öğrenmişti.” (Sayfa 249)
Burada akla bazı ihtimaller gelebilir. Mesela Fransızların Kemalistleri açık bir şekilde destekleyemeyecekleri için alttan altta böyle destek vermesi vb. Fakat bu bana göre düşük bir ihtimal. Bence bu silah yağmalarına göz yummalarının sebebi Atatürk’ün başarıya ulaşacağını -hiç de zor olmayan bir gözlem ile- öngörmüş olmaları ve yeni kurulacak devlet ile iyi ilişkilerin temelini şimdiden atmak istemeleri. Ama Fransızların işgal bilgisini vermelerinin arkasındaki sebep iyi ilişkiler kurmaya temel atmak mıydı onu hiç kestiremiyorum ama başka sebebini de bulamıyorum.
“Venezilos, bu koşulları Atina’da keni başına açıklayıverdi. Bu erken açıklamanın, hazırlıksız bulunan Türk kamuoyu üzerinde yaptığı tepki, Mustafa Kemal’in işine yaramıştı. İstanbul basını gerçekten de Türkiye’nin haritadan silinmesi anlamına gelen bu anlaşmaya karşı, oybirliğiyle baş kaldırdı.” (Sayfa 277)
Bu anlaşma ilk başta kötü görünse de çok büyük faydalar sağladı. Bu anlaşma sayesinde halk Atatürk’ün ne anlatmak istediğini kavrıyor ve Kemalistlerin eli güçleniyordu. Daha sonrasında da bu anlaşma hiç uygulanmadığı için bir taşta iki kuş vurulmuş oluyordu.
“İngiliz subayları Türk subaylarının centilmenliği üzerine duyduklarının yanlış olmadığını görerek memnun oluyorlardı. Karşılıklı birlikler de aralarında arkadaşlık kurmuşlar, çanak çömlek, kamp eşyası gibi şeyleri birbirlerine ödünç alıp vermeye başlamışlardı.
Bir gün bir Türk piyade subayı, telaşlı bir halde, karşısındaki İngiliz birliğinden ödünç tel istedi. Siperleri denetlemeye bir paşa gelecekti, oysa daha tel örgüler çekilmemişti. Paşa gider gitmez telleri aldığı gibi geri verecekti. Ancak subay, tel örgüleri gererken epey uğraşmak zorunda kaldı, bunun üzerine, İngiliz askerleri koşup kendisine yardım ettiler.” (Sayfa 394)
Bunu koyma sebebim savaş denen saçma şeyin üzerinde durmak. “Sen şu millettensin” “sen şu dindensin” gibi saçma bahaneler ile birilerinin cebine para girecek diye normalde arkadaş, dost olacak birbirlerini çok sevecek insanlar birbirlerini öldürmek “zorunda” kalıyorlar. Gördüğümüz gibi, savaşta bile “düşmanlar” nasıl “dostluk” kurabiliyor.
“Bir gün sokakta bir mebusun, yüzü açık karısıyla görülmesi, Meclis’te dedikodu yaratmıştı.” (Sayfa 455)
Atatürk’ün ne şartlar altında neleri başardığına güzel bir örnek. Halkı geçtim mecliste bile sırf bir mebus “yüzü açık” karısı ile birlikte görüldü diye dedikodular oluşuyor.
“Gazi, toplumsal bir devrime hazırlanıyordu. Rauf Bey’le arkadaşları, bu dönem de, toplumun ağır ağır gelişmesini daha uygun görüyorlardı.” (Sayfa 459)
Bir nevi Atatürk “devrim” karşı çıkanlar “evrim” yoluyla bir şeyler yapmak istiyorlardı. Yani Atatürk hemen, tabiri caizse bir oldu bitti ile yapmak, karşı çıkanlar ise sindire sindire, yavaş yavaş bunu halka yedirmek istiyorlardı. Günümüz nazarından bakarsak en mantıklı seçenek “devrim” gibi duruyor. 1950’den itibaren gelen hükumetlere bakarsak eğer yapılmak istenenler “evrim” yolu ile yapılacak olsaydı bırakın günümüze kadar halkın sindirmiş olmasını, 1951 yılında tüm yapılanların önü kesilirdi. Yapılması gereken şey “devrim” idi ve bunu Atatürk’ten başkası yapamazdı. Yazarın 460. sayfada dediği de dediğimi daha iyi anlamanızı sağlayabilir “Bu halk, hala Doğulu ve kültürce geriydi; harfi harfine uyacak bir Batı demokrasisi mizaçlarına aykırı gelirdi. Henüz yönetecek duruma gelmemişti; yönetilmek istiyordu.”
Yazımı da Atatürk’ün yaşadığı bir olay ile bitirmek istiyorum, buradan çıkarımı da size bırakıyorum.
“Ankara’da bir öğretmenler kongresine kadınlar da, erkekler de katılmış; ama kadınlar, erkeklerle aralarında birçok sıra bulunacak şekilde ayrı bir yere oturtmuşlardı. Bu toplantıyı haber alan hocalar, telaşla, heyet halinde protesto için Gazi’ye gittiler. Gazi öğretmenler derneğinin başkanının çağırtarak yüksek sesle azarladı: ‘Ne yapmışsınız bu öğretmenler toplantısında? Utanmıyor musunuz? Ayıp!’ Hocalar, sevinçten yerlerinde duramıyorlardı. Gazi, devam etti: ‘Toplantıya kadın öğretmenleri de çağırmışsınız. Peki, onları ne diye erkeklerden ayrı oturttunuz? Kendinize mi güveniniz yok, yoksa bu hanımların namusundan mı şüphe ediyorsunuz? Bir daha kadınların ayrı tutulduğunu duymayayım.’ Hocaların eli ayağı kesilmiş, dilleri tutulmuştu. Ağızlarını açmadan kendilerini kapıdan dışarı attılar.” (Sayfa 488-489)
Ufak Bir Tebessüm
Burada paylaşacağım yerler herhangi bir çıkarım yapmak için değil, sadece okurken tebessüm ettiğim ve sizin de edebileceğinizi düşündüğüm yerler.
“Mahmut Şevket Paşa gerçekten sözünde durmuş ve sivil halka ilişmemişti. Ama yine de bir Rum vatandaş, Times gazetesinin muhabirine, bir çukur içindeki cesedi göstererek, bunun Times’ın muhabiri olduğunu söylemekten geri kalmadı.” (Sayfa 55)
“Bu yüzden, Enver ve ötekiler tanınmamak için çok dikkatli davranmak zorundaydılar. Bir gün Selanik şivesiyle konuşan bir dükkancı ‘Olmayasın sakın sen Enver?’ diye sordu. Enver buna soğukkanlılıkla ‘Keşke olabilseydim’ diye cevap verdi ve başka bir soruyla karşılaşmadan alışverişini bitirdi.” (Sayfa 70)
“Yol, yaylaya varmadan önce iki dağ engelini dolaşıyordu. Çamlıbel denilen ikinci geçidin tepesine geldikleri zaman, Mustafa Kemal, bir kaynak başında durarak biraz su içmek istedi. Yanındaki sürücülerden biri ona vermek için bir tasa su doldurmaya başladı. Kemal, ona : ‘Dur Baba’ dedi ‘ben elimle içerim.’ Adamın adı bundan sonra Dur Baba kaldı.” (Sayfa 212)
“Gazi, bu nöbetçilerle şakalaşmaktan hoşlanırdı. Bir sabah erkenden dışarı çıkarak nöbetçilerin birine orada ne yaptığını sordu. ‘Reisimizi koruyoruz’ cevabını alınca ‘sersem’ dedi ‘asıl ben sizi koruyorum.” (Sayfa 474)
“Gazi, keyifli zamanlarında Tevfik Rüştü ile alay etmekten zevk alır,o da buna pek ses çıkarmazdı. Bir akşam Çankaya’ya yemekten sonra yabancı bir elçi gelecek, Gazi’yle önemli bir şey görüşecekti. O da şimdiden biraz çakır keyif olduğu için arkadaşları fazla içmesin diye çeşitli hilelere başvuruyorlardı. Gazi işin farkında vardı, çevresine öfkeyle bakarak: ‘Baksanıza bana’ dedi. ‘Ne öyle boşuna telaş ediyorsunuz? Yemekten sonraki görüşmeyi düşünüyorsanız, hiç meraklanmayın. Ne halde olursam olayım, ne kadar içkili olursam olayım, yine de Tevfik Rüştü’nün en ayık zamanında yaptığı kadar feci gaflar yapmam.” (Sayfa 475)
“Bununla birlikte Paşa unvanı kolay kolay bırakılmadı: Atatürk, bir akşam kendisine, ‘Paşa Hazretleri!’ diyen bir bakana dönerek: ‘Ne demek Paşa Hazretleri? Paşa Hazretleri yok. Bundan sonra bana Paşa demeyiniz’ diye çıkışınca, Bakan: ‘Başüstüne Paşa Hazretleri’ diye cevap vermişti.” (Sayfa 545)
Kaynakça:
Lord Kinross, Atatürk- Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar Basımevi, 11. Basım, Kasım 1990
Ben okurken bile ne kadar sürdü yazmasını düşünemiyorum eline sağlık noname agam
Teşekkür ederim.